İki yıl kadar önce, damat bakan bey, Kocaeli’deki sondaj gemisi töreninde, bir seçmenlerinin söylediğini aktararak şöyle demişti: “Geçenlerde seçmen vatandaşlarımızla konuşurken, biri dedi ki, Ak Parti'ye o kadar güveniyoruz ki sayın bakanım,
Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay'a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, vallahi inanırız.” 

Halkın oyları mı dediniz?

Halk şöyle eziliyor, böyle eziliyor, şu kadar yoksul, bu kadar yoksul deyip duran muhalif insanlara soruyorlar: “İyi ama, 18 yıldır halkımız bunlara oy verip duruyor ve hiçbir şey değişmiyor. Buna ne dersiniz?” Hatta, nesnellik ve yansızlık gösterisinde kantarın topunu kaçırıp, “iktidar onca yıldır seçimle gelip seçimle yerinde kalmıyor mu?” diyerek sıkıştırdıkları da oluyor.

Pek küçülmüş “muhalif” bilinen medyanın görevlilerinden söz ediyorum. Bunu bir tür “şeytanın avukatı” rolüne soyunarak yaptıklarını kabul edebiliriz. Buna karşılık, “Az kaldı, yakında, ilk seçimde gidecekler, biz geleceğiz!” yollu yanıtlar veren düzen muhalefeti sözcüleri için aynı hoşgörüyü göstermek mümkün değil. 

Birçok kez yazdıklarımızı biraz olsun farklılaştırarak yazmaya çalışalım.

Seçim hangi koşullarda anlamlı olur, daha doğrusu, hangi koşullarda yapılanlar seçime benzese ve adına sittinsenedir öyle dense de seçim olmaz? Bu soruları sormadan ve akla uygun yanıtlar vermeden konuşup yazanlarla vakit harcamaya değmez..  

Birinci koşul, kuşkusuz, seçim sonuçlarından etkilenecek herkesin oy vermesinin mümkün kılınmış olması ve herkesin verdiği oyun eşit, eşit derken, herkesin oyunun 1, yazıyla bir, sayılmasıdır. 

İkinci koşul, eşit oyun olmazsa olmazı, oyların sayımında ve değerlendirilmesindeki usullerin bu koşulun gerçekleşmesini engellemeyecek biçimde düzenlenmiş ve uygulanmış olmasıdır. 

Üçüncü koşul, seçilmek üzere aday olanlarda yürütülecek işin nesnel gerekleri dışında, herhangi bir özelliğin aranmamasıdır. 

Dördüncü koşul, seçenlerin, neyi ve kimi seçtiklerini bilmelerinin sağlanmış olmasıdır. Burada neyi seçtikleri derken anlatılmak istenen, seçilmek üzere aday olan toplulukların, örgütlerin, partilerin seçeceklere neleri önerdiklerini olabildiğince açık ve doğru olarak sunabilmeleri; kimi seçtikleri derken anlatılmak istenense, bu vaatleri verenlerin bilgi ve beceri birikimi,  önceki performans, güvenilirlik ve benzeri açılardan o vaatler ve yapmaya aday oldukları işler ile ne kadar uyumlu olduklarının seçecekler tarafından yeterli açıklıkla  anlaşılabilmesidir. Her ikisi için elverişli ortamların adaylar arasında eşitlik ilkesine uygun biçimde oluşturulması, doğal olarak, bu koşulun gerçekleşmesinin ayrılmaz parçasıdır.

Beşincisi ise bütün önceki koşulların gerçekte var olmadıkları halde sahtecilikle var gösterilmesinin önlenmiş, eğer tümüyle önlenememişse, eylem gerçekleştirildikten sonra cezalandırılacağının açıklıkla belirtilmiş ve bu tür durumlar ortaya çıktığında cezaların  herkesçe anlaşılabilir biçimde uygulanmış olmasıdır.

Bugün dünyanın hiçbir ülkesinde, en “demokratik” sayılan ya da sanılanlar dahil, bu koşulların çoğu, bizde ise hiçbiri söz konusu değildir. Bazıları üzerinden kısaca geçebiliriz.

Birinci koşul, uzun tarihsel deneyimler ve kavgalar sonucunda, genellikle sağlanabilmiş durumdadır. Bizde aynı şey söylenemez; bu yargıyı destekleyen ve ilk akla gelen örneklerden biri, kaç zamandır sürdürüldüğü neredeyse unutulmuş yüzde onluk seçim barajıdır: O oranın altında oy alacak partilerin seçmenlerinin verecekleri oylar bir değil, sıfır sayılmaktadır. Zaten, burjuva demokrasilerinde anayasadan daha önemli olanın siyasi partiler ve seçimler ile ilgili yasalar olduğu, bizim eski hukuk ve siyaset hocalarımızdan belleğimizde yer etmiş derslerdir, biliyoruz.

İkinci koşulun var oluşunu imkânsızlaştıran uygulamalar, en incesinden “bu kadarı da olmaz” dedirtecek kabalıkta olanına kadar ülkemiz için olağanlaşmıştır. O kadar ki, “gizli oy, açık sayım” biçiminde dile getirilen ilkenin tersyüz edilerek “açık oy, gizli sayım”a dönüşmesine ramak kalmıştır; önümüzdeki seçimlerde kalan mesafenin kapanması şaşırtıcı olmayacaktır.

Üçüncü koşula gelince, parasız seçilmenin imkânsızlığı, bu koşulun yerine getirilme şansını yok eden gerçekler arasındadır. Üstelik, bu durum evrensel bir nitelik taşımaktadır. Belleğimde kalmış bir kanıt olarak, yirminci yüzyılın tanınmış sosyolog ve düşünürlerinden birinin tanıklığına başvurabilirim. Alman kökenli, kısa bir süre yanlış bilmiyorsam Hür Demokratlar’dan parlamento üyeliği yapmış, doktorasını aldığı Batının ünlü akademik kurumlarından LSE’nin (London School of Economics and Political Science) direktörlüğünü de yürütmüş Ralf Dahrendorf, tanıdığı bir Amerikalı politikacıdan aktarıyor: Seçim kaybetmiş bu demokrat partili adayın yaptığı hesaba göre, temsilciler meclisine seçilmek için bir milyon, senatoya seçilmek için on milyon, başkan seçilmek içinse yüz milyon dolara ihtiyaç varmış. Ünlü akademisyen bu hesaplamayı şöyle yorumlamıştı hatırladığıma göre: “Bu, adayların ya çok zengin olmak ya da eğer seçilmek istiyorlarsa kendilerini çok zenginlere bağımlı kılmak zorunda oldukları anlamına gelir.” Kendisi 2009’da öldüğüne göre, bu hesaplama o tarihten önceye rastlıyor. Yorumu ise, en son, Trump denilen zatınaşerifin dünyanın en zengin 500 kişisi arasında bilinmesine bakılırsa, bir kez daha fazlasıyla doğrulanmış demektir. 

Bu koşulların varlığını ayrı ayrı irdelemeyi bırakıp, “seçmen” adı verilen insanların seçimle ilgili tutumlarına şöyle bir göz atmak daha verimli olabilir. Uzun zamandır, kendi deyişiyle “Almanya’dan ve Almanya Avrupa’sından” aydınlatıcı haberler ve yorumlar gönderen Osman Çutsay, altı yıl kadar önce, bir hoş seda olarak geçip gitmiş günlük soL gazetesindeki köşesinde, yapılalı birkaç gün olmuş Avrupa Parlamentosu seçimlerini yorumlamıştı. Şöyle diyordu 29 Mayıs 2014 tarihli yazısında: “İnsanlar, artık Brüksel’deki zengin mutfağında kâhyanın kim olacağını, neoliberal pervasızlığın önünü kimlerin çekeceğini hiç merak etmiyor. Bunu seçimlere katılım oranlarına bakarak iddia edebiliriz.”

İtiraz edilebilir mi? Sözü edilen katılım oranlarının yerlerde süründüğünü, bir de, Brüksel’deki zengin mutfağının daha ne kadar işleyeceğinin bugün belirsiz göründüğünü ekleyerek devam edelim. 

Aynı “ilgi ve merak eksikliği” hiç yeni değil ve tüm demokrasi dünyası için geçerli. Yeniden Dahrendorf’un şaşkınlığına dönersek, şöyle demiş üstat: “Seçim hakkı olanların yarısı kendilerini seçmen kütüklerine yazdırmıyorlar bile. Ayrıca, bir de seçime katılmayanlar var; kaydolanların gerçekte yaklaşık yarısı oy sandığına gidiyor. Bütün seçmenleri alın; kaydolmamış yarısını düşün; kalan yarısının da yine seçimlere katılmayan yarısını düşün; geriye kalan, seçmen potansiyelinin dörtte biridir ki bu kitle başkanı seçer; genellikle, başkan verilmiş oyların yarısını bile almaz. Amerikan başkanlarının büyük çoğunluğu seçmenlerin yüzde 10’u, 12’si tarafından seçilir.”

İşte buyrun! Buyrun ve, bizden biraz farklı bir örnek olsun, 2002 genel seçimini hatırlayın. Esas olarak yüzde on barajı nedeniyle, parlamentoya sadece iki parti girmişti ve o günden bu yana hiç “seçim kaybetmeyen” AKP oyların sadece üçte birini alarak parlamentoda üçte iki çoğunluk elde etmişti. O çoğunlukla neler sağladığına, sonraki “hiç kaybetmediği” seçimler  sayesinde kazandıklarına ne demeli peki?  

İki yıl kadar önce, damat bakan bey, Kocaeli’deki sondaj gemisi töreninde, bir seçmenlerinin söylediğini aktararak şöyle demişti: “Geçenlerde seçmen vatandaşlarımızla konuşurken, biri dedi ki, Ak Parti'ye o kadar güveniyoruz ki sayın bakanım, Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay'a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, vallahi inanırız.” 

Doğrusu, ben gazetelerde yazılanlara inanamamış ve bulup buluşturup bakanın sözlerini kendi sesinden dinleme ihtiyacı duymuştum.

Şimdi, bitirirken, üzerinde düşünülebilecek iki soru: Damat beyin bu sözleri, “mübalaga sanatı”nı kullanayım derken fazla ileri giderek elâleme koz vermiş görünse de, yurttaşlarımızın hangi orandaki bir bölümü için geçerlidir? Daha önemlisi, bu derecesine akıl sır erdirilmesi güç bir inanç mı neyse onun sahiplerinin sevgili ülkemizin, geçmişini bırakalım haydi, geçmişte kalmıştır, ama bugününde ve geleceğinde belirleyici olması reva mıdır?

Bunca sözün sonunda bir de hisse yazmalı: Halk uzlaşmaz sınıflardan oluştuğu sürece, halkın oyu söylemi bayat bir demagoji olmaktan öteye gitmez.