Halifeliğin yalnızca içeride değil tıpkı ilk gündeme geldiği Osmanlı yıllarında olduğu gibi dışarıda yaşananlarla da bir ilgisi var. Ülkeyi yönetenler bu defa toprakları elde tutmak için değil duvara çarpan bir yayılma projesini toparlamak için bir gerici hayali gündemde tutuyorlar.

Halifenin çöküşü

Türkiye’de halifelik tartışması yeni değil. AKP iktidarında zaman zaman gündeme geliyor ve gelmeye devam edecek. Türkiye gericiliği bugün olduğu gibi gelecekte de siyasi ve ideolojik amaçlarla halifeliği kamuoyunun önüne taşıyacak.

Halifeliği tartışalım diyenler hem somut denemeler yaparak gelen tepkiyi ölçüyor, hem de bu tartışma vesilesiyle mevzi kazanmaya çalışıyorlar. Ancak tüm bunlar halifelik konusunun fazlasıyla tartışmalı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Geçmişi İslam'ın ilk yıllarına, Peygamberin ölümünün hemen ardına kadar giden bir tartışma bu… Türkiye’de okutulan ders kitaplarında tartışmasız bir doğru gibi anlatılan Yavuz’un halifeliği İstanbul’a getirmesini dahi dünya üzerinde Türkiyeli Müslümanlardan başka kabul eden insan sayısı az mesela.

Halifelik o yıllarda Osmanlı padişahlarının içeride dini ve siyasi liderliği tek elde topladıklarını vurgulamak için telaffuz edilse de, dış dünyada kullandıkları bir unvan da değil. Ta ki, Osmanlı toprak kaybetmeye ve güçten düşmeye başlayana kadar…

Osmanlı, halifelik unvanını uluslararası alanda ilk kez Küçük Kaynarca Antlaşmasında kullandı. Rus idaresine geçecek topraklarda yaşayan Müslümanların din işlerinin halife unvanıyla padişah tarafından yönetilmesi karar altına alınırken, Osmanlı’nın yaşadığı kayıp, dinsel bir mekanizmayla telafi edilmeye çalışılıyordu.

Halifelik 1924 yılında TBMM tarafından kaldırılana kadar da hep bu tema etrafında gündeme geldi. Bugün her ne kadar şaşaalı bir döneme dönme isteği gibi pazarlansa da, halifelik gerileme ve çöküş döneminin bir kurumuydu. Ne askeri ne de ekonomik olarak etrafındaki güçlerle boy ölçüşebilen Osmanlı, ayakta kalmak için, son çare, halifelikten faydalanmaya çalışıyordu.

Hikayenin sonunu herkes biliyor. Yavuz’un zaferiyle değil, Ruslara karşı alınan ağır bir yenilgiyle başlayan halifelik Osmanlı’nın çöküşünü durduramadığı gibi, güçlü Batılı ülkelerin elinde bir enstrümana dönüşmekten de kurtulamadı. Neden ise gayet açıktı. Tüm Müslüman alemine liderlik etmek üzere ortaya çıkan bir ülke ve lideri, bu iddiasını somut olarak destekleyecek askeri, siyasi ve ekonomik güce sahip olmayınca, bu güce sahip olanların planlarında bir aktöre dönüştü.

Bu unvanı en yoğun kullanan ve belki de bu açıdan tüm Osmanlı tarihinin tek halifesi olan, bunun için de Türkiye sağında çok sevilen II. Abdülhamit’in saltanatı da bu olgunun somut bir örneğiydi. Üstelik o yıllarda Müslüman Doğu’nun Batı’ya karşı uyanışıyla İslamcı bir kurtuluş fikri bölgede geçici olarak albeni de kazanmıştı. Müslümanların birliği düşüncesine duyulan ilgiye rağmen II. Abdülhamit böylesi lider bir konuma oturamadı. Her fikir gibi bu iddia da maddi bir karşılığa ihtiyaç duyuyordu. Ama mesela Müslümanların yoğun yaşadığı Hicaz ve Hindistan’ı hilafetin merkezi İstanbul’a bağlayacak demiryolu projesini hayata geçirmekten aciz bir Osmanlı’nın varlığında bu niyetin Alman planlarının bir parçası olması da kaçınılmazdı. Tıpkı bu şekilde uluslararası alana taşınan bir kurumun başkaları tarafından alternatiflerinin üretilmesinin kaçınılmaz olması gibi…

Abdülhamit, Jön Türkleri o günlerde işte böyle bir alternatife, Arap Hilafetine destek vermekle ve dolayısıyla İngilizcilikle suçlarken, tarihte hep Almancılıklarıyla anılan İttihatçı öncüllerinin padişahı gerçek Müslümanlıktan uzaklaşarak halifeliği boşa düşürmekle suçlaması da insana bu ülkede siyasetin bazen bıktırıcı bir şekilde kendisini tekrar ettiğini düşündürtüyor.

Halifelik Osmanlı’nın bir parçası olan Müslüman halkların ülkeden ayrılışını durduramadı. Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanları halifenin bayrağı altında toplama çağrısının bir karşılığı yoktu. Alman-Osmanlı ittifakı yenilgisinin arkasından ülkenin elde kalan kısmının işgaline karşı Kemal Paşa ve arkadaşları harekete geçtiğinde halifelik artık bir iç meseleye dönüşmüştü. İşbirlikçi padişahın Kuvayı Milliyecilere karşı yürüttüğü mücadelede kullanışlı bir unvandı ve bu defa İstanbul hilafeti Almanların değil İngilizlerin elinde bir araçtı.

Atatürk’ün liderliğindeki ekip hilafet konusunda dikkatli davranacak, 1922 yılında saltanatı kaldırdıklarında kendi halifelerini atayarak, bu silahı boşa düşürmeye çalışacaklardı.

Türkiye gericiliğinin yıllardır ağzına sakız ettiği, Kemal Paşa’nın İngilizlere verdiği söz nedeniyle hilafeti kaldırdığı yalanının gerçek hayatta hiçbir karşılığı yoktu. Halife Abdülmecid’in İngilizlerle aralıksız diplomasi yürüttüğü daha sonra ortaya çıkan İngiliz belgeleriyle tescillendi. Ancak hilafetin kaldırılmasının emperyalizme karşı bir zafer olduğu iddiası da bayağı abartılıydı. Paşa ve arkadaşları dikkatli bir siyasetle sekülerleşme yolunda adım adım ilerliyorlardı. 1924 yılında tüm koşullar hazır olduğunda halifelik kaldırılacak, dışarıda ve içeride büyük ve şaşırtıcı bir tepkiyle karşılaşılmayacaktı.

Bugün işte tam olarak bu adımın geri alınması tartışılıyor.

Türkiye uzun zamandır laiklikle ilişkisi kalmamış bir ülke. Ancak ülkedeki düzenin laiklikle ilgisinin kalmamış olması ile seküler toplumsal kesimlerin varlığında laiklikle bağlantılı başlıklarda bir mücadelenin sürmesi hep birbirine karıştırılıyor. Oysa bu iki olgu çelişmiyor ve dinselleşme ile ilgili gündemlerde gerçek bir kavga sürüyor. Türkiye gericiliği, seküler duyarlılıklara sahip toplumsal kesimleri daha da geriletmek için her yolu deniyor. Halifelik tartışması da bunun araçlarından birisi ve bu bağlamda gerçek ve somut bir mücadele başlığı.

Ama halifeliğin yalnızca içeride değil tıpkı ilk gündeme geldiği Osmanlı yıllarında olduğu gibi dışarıda yaşananlarla da bir ilgisi var. Ülkeyi yönetenler bu defa toprakları elde tutmak için değil duvara çarpan bir yayılma projesini toparlamak için bir gerici hayali gündemde tutuyorlar. Aslında başka ülkelerdeki Müslümanlara dinsel ve dolayısıyla bazı siyasi konularda liderlik edecek bir halifelik kurumunun bugünkü dünyada hiçbir karşılığı olmadığının herkes farkında. Ancak bunu arada sırada gündeme taşımak AKP Türkiye'sinin sınır ötesindeki iddiasını hem ülke içinde hem de dışında canlı tutmak için bir yol.

Halifelik Osmanlı’da bir zaferle değil yenilgiyle kurulmuştu. Bugün halifelik yine bir zaferle değil dışarıda alınan bir yenilgiyle gündeme geliyor. Büyük hayaller duvara çarpmışken, hem Türkiye sermayesi hem de AKP kendisine yol arıyor. Halifelik tartışması bu yenilgiye bir çare değil, ama bu iddianın ortaya atılmasıyla hem bu yenilgi kabul ediliyor hem de bu yoldan geri dönülemeyeceği ifade ediliyor. Çünkü sınır ötesindeki amaçlarından bütünüyle geri basmaları, her şeyden ve tüm yayılmacı hedeflerden vazgeçmeleri yapısal olarak imkansız.

O halde devam edecekler. Devam edecekler ve bu nedenle Türkiye’de hiçbir şey daha iyiye gitmeyecek. Devam edecekler ve ülkedeki karanlık artacak.

Halifeliğin yükselişi Osmanlı’da zaferi değil bir düzenin çöküşünü anlatıyordu. Bugünkü tartışma da bir yenilgiye ve ardından gelen tıkanışa denk düşüyor.

1923 Cumhuriyetini yıkan bu düzen şimdi bir tıkanıklığın içinde debelenip duruyor. Osmanlı halifeliğinin çöküşü yeni bir cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanmıştı. Bugün ülkenin içinde olduğu durumu aşmanın da tek yolu yeni bir düzenin kuruluşu. Yoksa hep birlikte bu düzenin üzerimize çökerken yarattığı karanlığın içinde yaşamaya devam edeceğiz. Tabii buna yaşamak denirse.