Artık haddimi bilmiyor, küçük insan olmayı kabul etmiyordum. Yoksul bir meslek liseli İstanbul’a yoldaşları sayesinde gidiyor, ilk defa vapura biniyor ve hayatında ilk kez martılara simit veriyordu.

Haddini bilmeyen gençlik

Işığın farkında olan hangi canlı ondan kaçar? Yaşamak, ısınmak, aydınlanmak ve korkunun cüretkâr kollarından kurtulmak için ışığa ihtiyaç duyuyoruz. Şimdi, sözde bağımsız bireyler tarikatı tarafından sarılan fetişist toplumumuz tam tersine ışıktan uzaklaşıyor gibi görünüyor. İnsan, ışıktan uzaklaştıkça korkuları büyüyor; kafkaesk bir dönüşümün esiri oluyor ve çıt çıkarmayan milyonlarca göz, yarattığı sessizliği bozmamak uğruna bir an bile ayrılamıyor seksist iletişim sağanağından. Bir hareket ve bir eyleme dönüşemeden milyarlarcası karanlık kitleler selinde boğularak yok oluyor. 

Shakespeare, küçük insanı mı, yoksa büyük insanı mı anlatır? Yoksulların yaşamında dinlemeye ve anlamaya değer bir şeyler var mı? Küçük parmaklarımla karaladığım deftere gözlerimi adeta kilitlemiş, başımı kaldırmadan kendi dünyamın içerisinde olabildiğince kamufle oluyordum. Öğretmenim beni görecek ve tahtaya çıkaracak diye adeta kurdeşen döküyordum. Haddimizi bilmeyi öğretmişlerdi, yoksul ailelerin çocukları küçük insanın daha da küçülmüş çarpık bir kopyası gibiydi. Önce milletler hiyerarşisindeki yerimizi öğrenmeli, sonra da kendi millet hiyerarşimizden bir yer seçmeli ve orada sıkı sıkıya tutunmalı, ölmeden yaşamayı becerebilmeliydik. 

Tipik bir sömürge ideolojisi. Büyük cümlelerden, büyük hayallerden ve büyük amaçlardan koparılmış zavallı insancıklar yaratılmak isteniyordu. Eğitimin tamamen kemirildiği, Evren cuntasının paslı bir çivi gibi ruhlarımıza sıkı sıkıya tutunduğu zamanlardı. Küçük düşünmek için çok büyük korkmak gerekiyordu. Cetvelden, yanlış cevap vermekten, kıyafetlerimizi kirletip eve gitmekten, eli sürekli av tüfeğinde sapıkça çağla ağaçlarını koruyan adamdan… Akla hayale gelebilecek her şeyden korkuyorduk. Korkularımdan kaçabilmek için daha çok tutunuyordum kitaplara. Hayallerim genişliyor, genişleyen hayallerde daha büyük korkulara yelken açmak için kendimde kahramanca bir cesaret buluyordum. Kabuğum çatırdıyor ama gözleri bağlanmış bir hayalet gibi yolumu bulmakta zorlanıyordum. Lev Nikolayeviç Tolstoy okudukça zamandan ve yaşadığım dünyadan bağımsız, bağnaz ve tutucu bir ‘ben’ inşa ediyordum. Lise yıllarımdan beri zihnimden hiç silinmeyen bir fotoğrafla yaşıyorum. Bu fotoğrafı bir çift göz sayesinde çekebilmiştim. Meslek lisesinin o en küçük insanlarının, profesyonel tembeller ve işe yaramazlar ordusunun şeref madalyalı bir mensubu olarak o kısacık anı hâlâ unutamıyorum. 

Sicim gibi bir yağmur yağıyordu o sabah; Antalya’da yaşayanlar yağmur dediğimde neyi kast ettiğimi net bir biçimde anlarlar. Şemsiye bile işe yaramamış, sırılsıklam olmuştum. Sabah mahmurluğu ve ıslanmanın da verdiği yorgunlukla ders başladığı halde sıramın üzerine kapaklanmış, yakın arkadaşlarımın ayak hareketlerine kendimi kaptırmış hayaller kuruyordum. Ayakkabıları boyalı ve kusursuz görünüyordu. Arkadaşım ayaklarını önce esnetti sonra bir matematik işlemini bütün bir vücuduyla yapmak ister gibi bacaklarıyla ‘x’ işareti halini aldı. Ayaklarını tekrar serbest bıraktıktan sonra yere kuvvetlice bastı ve ayaklarının ucunda hafifçe yükseldi. O an ayakkabının boydan boya yırtık olduğunu ve çoraplarının ıslak bu ayakları sıkı sıkıya sardığını fark etmiştim. Kusursuzluğun mutluluğuna kaptırmışken kendimi tatlı bir rüyadan uyanmıştım; gerçeğin sert dikenli kolları tarafından bir sarmaşık gibi sarıp sarmalanmıştım. İdeoloji, tıpkı bu bir çift ayakkabı gibiydi. İçini görmediğin sürece mutlu olduğun kendini kandırdığın tatlı bir rüya gibi. O gün kendimle hesaplaşırken yoksulluğumuzu nasıl bu kadar içselleştirdiğimize ve bunu öylece kabul edebildiğimize isyan ediyordum.

Susmayı, had bilmeyi ve bir işçi olarak hayal kurmamak gerektiğini stajyer köle kimliğimizle inşaatlarda çalıştığımızda daha bir anlamıştık. Yeni bir ayakkabı, güzel bir ceketle âşık olduğun kadınla buluşmayı, iyi bir üniversitenin hayalini kurmayı tüm arkadaşlar birbirine yasak etmişti. Adım adım kof bir arabeskin tutsağı olurken, benliğimizden biraz daha uzaklaşıyor ve yabancılaşıyorduk. İşte tam bu kesif karanlığın ortasında tanıştım işçi sınıfının partisiyle. Orası küçük insanın son karargâhı, insanın insan olarak yeniden ayakları üzerine dikilebileceği tek sığınağıydı. Orada yoksul bir işçi olarak yeniden hayal kurmayı ve yeniden büyük sözler etmeyi öğrendim. Hem de en büyüğünden sözler, en büyüğünden hayaller. O güne kadar hep dikkate değer fikirler taşımadığım ve aklımı kullanamayacağım vaaz edilmişti. Oysa yoldaşlarım beni ciddiyetle dinliyor, hatta söz ve sorumluluk veriyordu. Adeta sarhoş olmuş gibiydim; her etkinlikte söz alıyor ve soru soruyordum. Bir daha susmamak ve bir daha küçük insan olmamak için her şeyimle tutunuyordum mücadeleye. İnsanların bunu fark ettiğini, samimi ikirciksiz bir duyguyla tebessüm ettiklerini net bir biçimde hatırlıyorum. Artık haddimi bilmiyor, küçük insan olmayı kabul etmiyordum. Yoksul bir meslek liseli İstanbul’a yoldaşları sayesinde gidiyor, ilk defa vapura biniyor ve hayatında ilk kez martılara simit veriyordu. Haddini bilmeme meselesi çok önemli!

Avusturya Şansölyesi Klemens von Metternich 1820 yılında şöyle söylüyor: “Şimdi, bugünkü toplum durumuna yol açan nedenlere hızlıca bakıldığında, toplumu, bir darbe ile hakiki nimetlerinden, hakiki uygarlığın meyvelerinden yoksun bırakma tehlikesiyle karşı karşıya getiren, toplumu tam bunlardan yararlandığı sırada rahatsız etmekten geri kalmayan şer’ri, çok açık bir biçimde, ortaya koymak zorunlu olmaktadır. Şer, bir tek sözcükle tanımlanabilir: Haddini bilmezlik. Bu, insan aklının pek çok şeyi mükemmelleştirme yönündeki hızlı ilerleyişinin doğal sonucudur. Bu, bugünlerde pek çok kimseyi yoldan çıkarıyor; çünkü neredeyse evrensel bir duygu haline gelmiştir. Onsekizinci yüzyıl sonu ve özellikle Ondokuzuncu yüzyılın başında insanoğlu kendi sınırlarını sürekli aşan bir yaratığa dönüşüyor. Haddini bilmezlik, herkesi kendi inançlarının rehberi, kendisini yönetmek veya kendisini ve komşularını birisine yönettireceği asaların seçicisi yapıyor; kısacası, kendi inancının, kendi eylemlerinin, bu eylemleri yöneten ilkelerin tek yargıcı durumuna getiriyor” (Metternich’den alıntılayan Yalçın Küçük:S/76)1.

Aradan yıllar geçti. Avrupa’ya Sol Bakış ekibi Anıl, Nazlı ve Büşra yakın zamanda çıkan kitabımı ve kapitalist ideolojinin işleyişini tartışmak için Stuttgart Nazım Hikmet Kültür Merkezi öncülüğünde online bir toplantı organize etti. Katıldığım her sempozyum ya da bu tür organizasyonlarda kendimi şanslı bir konuşmacı olarak hissetmişimdir. Bu etkinliklerde beni muhakkak zora sokan, sorularla ya da görüş açıma yeni ufuklar katan değerlendirmelerle karşılaşmışımdır. Westworld (Batı Dünyası) dizisinin ve kapitalist ideolojinin işleyişinin tartışıldığı bu etkinlikte söz alan genç işçi Mustafa, izlediği dizide gösterilen sahnelerin ve yaratılan karakterlerin İbrahimî dinlerin anlatısıyla olan benzerliğini uzun uzun anlatarak ortaya koydu. Mustafa, bu meseleye çok kafa yormuş, hatta kısa bir yazı da kaleme almış. Araştırdığım konuyla ilgili gelen bu değerlendirme ve buna bağlı olarak yöneltilen soru ben de güçlü bir aydınlanma duygusu ve enerji yarattı. İnsanların, özellikle küçük insan payesi biçilenlerin izledikleri şeyleri sorgulaması, bunu salt bir eğlence organizasyonu olarak görmemesi çok önemli. Haddimizi bilmeme meselesine tekrar dönersek, bizi yazı yazmaya ve konuşmaya teşvik eden şey örgütlü olma halidir. Korkularımızı ancak ve ancak birlikte olarak aşabiliriz. Max Horkheimer, özellikle bu konuda çok ciddi bir biçimde yanılmıştır. Sadece aydınların değil, işçi sınıfının ‘parti’den bağımsız ve örgütsüz olması aklı özgürleştirmiyor tam tersine kültür endüstrisi tarafından kuşatılan akıllarımızın araçsallaştırılmasına neden oluyor. Şimdi, bu yazı vesilesiyle Mustafa’ya daha kapsamlı bir cevap vermek isterim. 

Westworld cinsiyetçi, ırkçı ve kendine has dini bakış açısıyla izleyiciye aşina olduğu bir dünyayı sunmaktadır. İzleyici, kendi tekinsiz dünyasına ait tüm korkuları Westworld’de yaşamakta ve deneyimlemektedir. Bu deneyim, kapitalist ideolojinin ezeli ve ebedi var oluşuyla taçlandırılmaktadır. Westworld’ü altüst eden isyanın neticesinde gerçek dünyada hiçbir köklü değişiklik olmamıştır. Robotlar cennete giriş gibi görünen eşikten geçtikleri anda ölmüş ve uçurumdan yuvarlanmışlardır” (Gökbel, 2020: 143)2

Araştırma alanım teoloji olmadığı için Mustafa’nın diziyi izlerken görmüş olduğu tüm o dini/ideolojik anlatımları tek tek analiz etmedim. Kültür endüstrisinin ürünleri yeni bir tarih ve yeni bir gerçeklik inşa ederken her zaman eskiye ait güçlü ideolojik yapılardan yararlanırlar. Dizinin kapitalist anlatıyı nasıl pekiştirdiğinin cevabını ise okur kitabın içerisinde bulabilecektir. Haddini bilmeyen, konuşma cesareti gösteren, mücadeleye atılan ve kendilerine biçilen deli gömleğini giymemeyi tercih eden herkesle daha iyi bir dünyada buluşabilmek dileğiyle…

  • 1. Yalçın Küçük (2011). ‘Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü’. İstanbul: Mızrak Yayıncılık.
  • 2. Gökbel, Çağdaş (2020). Kapitalist İdeolojinin Medyadaki Altın Çağı (Westworld (Batı Dünyası) Dizisinin İdeolojik İçeriği ve Yansımaları) İstanbul: Doruk Yayınları.