'Seçimle gitmeme konsepti'nin bir parçası olarak yürürlüğe sokulan yeni sosyal medya yasasında yer alan “unutulma hakkı” uyarınca, Hulusi Akar’ın İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun, gerçek adıyla Salih İzzet Erdiş’in mezarını ziyaret ettiği yönündeki haberlere artık ulaşamıyoruz.

Gaz çıkartan Türkiye ve sevinme mecburiyeti

“Seçimle gitmeme konsepti”nin bir parçası olarak yürürlüğe sokulan yeni sosyal medya yasasında yer alan “unutulma hakkı” uyarınca, Hulusi Akar’ın İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun, gerçek adıyla Salih İzzet Erdiş’in mezarını ziyaret ettiği yönündeki haberlere artık ulaşamıyoruz.

Akar’ın esas niyetinin Mirzabeyoğlu’nu ziyaret olduğunu sanmıyorum. Ayasofya’nın ibadete açıldığı gün, Cuma namazı çıkışı, üstadı Necip Fazıl’ın mezarında bir “şükür duası” okumak istemiştir; öte yandan, Mirzabeyoğlu’nun ikisinin de üstadı olan Necip Fazıl’ın hemen dibinde yatıyor olduğunu bilmemesi ise elbette ki imkânsızdır. 

İkisinin mezarı başında görünmekten herhangi bir rahatsızlık duymadığını, daha önce Hakan Fidan’la birlikte Türkiye gericiliğinin diğer bir önemli ismi olan Nuri Pakdil’i ziyaret etmiş olmasından da anlayabiliyoruz; “laikliğin bekçisi” olma iddiasındaki bir kurumun en tepesine kadar yükselebilmesi yakın tarihimizin özetidir. 

Bu tür durumlarda hep Yalçın Küçük’ü hatırlıyoruz: Dinselleşmenin Türkiye kapitalizmi için bir ihtiyaç olduğunu, “ordu Erbakan’ı hapse atıp ondan daha çok dincilik yapacak” diye 12 Eylül’den hemen önce anlatmıştı, daha ilk gününden AKP’nin bir TÜSİAD-asker projesi olduğunu da. 

2000’lerin başında, artık yönetemez hale gelmiş olan Türkiye yönetici sınıfı, uzunca bir arayışın sonunda ehlîleştirilmiş İslamcılığı tercih etti. Türk-İslam sentezi zaten 12 Eylül’de devlet ideolojisi haline gelmişti, öte yandan halk 24 Ocak Kararları’nın getirdiği ve kendisi için yıkıcı sonuçlar doğuran neo-liberal politikalara bazen sesli bazen de sessiz bir şekilde isyan ediyor, Özal’ın geçici saltanatı sonrasındaki 90’ların kaotik ortamında, düzen halk nezdindeki meşruiyetini giderek yitiriyor, bir “hegemonya krizi” yaşıyordu.  

Bir yandan IMF ve Dünya Bankası programlarını, yani neo-liberal ajandayı uygular ve Türkiye kapitalizmini küresel kapitalizme entegre ederken, öte yandan da buna yönelik sınıfsal tepkileri ve sosyal patlamaları önleyebilecek, yoksullaşan kitlelere bunun için gereken afyonu zerk edebilecek ve tüm bunların ötesinde düzenin hegemonyasını yeniden tesis edebilecek tek özne, ehlileştirilmiş, yani düzen sınırları içerisine çekilmiş İslamcılıktı. Anlaştılar ve iktidara getirdiler. 

Açılan dinselleşme kapılarından girenlerin, önce hükümet, sonra devlet olduklarını, yerine yenisini tam olarak yerleştiremeseler de eski rejimi yıktıklarını, geçmiş sağ iktidarlar Cumhuriyet’ten, laiklikten ve kamuculuktan geriye ne bıraktıysa, kalanların hepsinin üstünde iştahla tepindiklerini biliyoruz.

Düşmanlık politikaları

Her yeni rejim inşası yeni bir tarih yazımı, yeni bir toplum ve insan tasarımı, yeni bir kolektif kimlik ve kolektif hafıza yaratılması, yeni ritüeller, yeni törenler, yeni gelenekler icat edilmesi demektir. Tam da bu nedenle, 1923’e ait gün ve bayramların adım adım kamusal bir etkinlik olmaktan çıkarılmaları, içeriksizleştirilmeleri, toplumsal hafızadan silinmeye çalışmaları ve yerlerine yeni rejimin karakterine uygun günler ve bayramlar ikame edilmesi bir tesadüf değildir, tüm bunlar rejim inşası bağlamına yerleştirerek okunmalıdır.

Fethullahçı çeteyle bağlantılandırıldığı için şimdilerde unutulmuş olsa da Kutlu Doğum Haftası, Çanakkale, Sarıkamış, Kut’ül Amare, Malazgirt ve diğerleri… Hepsi Cumhuriyet öncesi emperyal-dinsel geçmişe gönderme yapan, hepsi dinselleşmeyi, milliyetçiliği ve militarizmi besleyen, yeni rejimin idealindeki makbul vatandaşın, daha doğrusu tebaanın bilincini biçimlendirmeyi ve yeni bir kolektif kimlik/hafıza yaratmayı hedefleyen anmalar…

İşte Malazgirt ve 30 Ağustos en son örnekler olarak karşımızda duruyor. Bir yanda oluk oluk para akıtılan ama üstünden başından kalitesizlik akan propaganda filmleriyle, buram buram lümpenlik kokan törenlerle, “Kızıl Elma” kod adlı ergen sağcı fantezileriyle anılan ve herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmayan Malazgirt ve diğer yanda salgın gerekçe gösterilerek fiilen yasaklanan 30 Ağustos anmaları…

Yeni bir rejim ve yeni bir kimlik/hafıza inşasına “düşmanlık politikaları”nın eşlik etmesi ise kaçınılmazdır. “Biz” inşası “onlar”a da ihtiyaç duyar. Bir “biz” varsa, bir de “onlar” olmalıdır. “Bizim” değerlerimiz “onlar”ın değerlerinin karşısındadır, “onlar”ın gün ve bayramları varsa “bizim” de gün ve bayramlarımız olacaktır, “onların” tarihsel figürleri, liderleri varsa bizim de tarihsel figürlerimiz, liderlerimiz vardır.     

“Milletin değerlerine yabancılaşanlar”a karşı “milletin değerlerini savunanlar”, “yerli ve milli” olanlara karşı “kökü dışarıda” olanlar, “milli irade”ye karşı “vesayetçiler”, Atatürk’e karşı Abdülhamid, “Cehape zihniyeti”ne karşı “Menderes, Özal, Erbakan”, Cumhuriyet’e karşı siyasal İslam, “siz”e karşı “biz”. 

On sekiz yılın sonunda Türkiye toplumunun tam ortasından ikiye ayrılmış olması da, toplumsal fay hatlarının bu kadar gerilmesi ve kırılacak raddeye ulaşması da, “tasada, sevinçte ve kederde ortaklaşma”nın neredeyse imkânsız hale gelmesi de bu politikaların bir sonucudur. 

Karşımızda elindeki bütün imkânlara rağmen, devletleşmiş olmasına rağmen, medyayı, yargıyı, üniversiteyi, rantı kontrol ediyor olmasına ve on sekiz yıldır ülkeyi yönetmesine rağmen, toplumun en az yarısını kapsayamayan, temsil edemeyen, onların değerlerine düşman olan ve o değerlerle kavgalı, yeni düşmanlık politikaları icat edemedikçe ayakta kalamayacağını bilen bir iktidar vardır. 

Sevinç de sınıfsaldır!

Peki durum buyken, bu tablonun mimarlarının “doğalgaz bulmamıza sevinmeyenler var” diye kızmaya, serzenişte bulunmaya hakkı var mıdır? 

Sismik araştırma gemilerine Osmanlı aşkıyla Fatih, Kanuni, Yavuz ismini vermişsiniz. Sefere çıkar gibi mehter marşıyla sondaj çalışmasına çıkartıyorsunuz. Fetih rüyaları görüyorsunuz. “İçimizdeki Bizanslılar”dan bahsetmeye,  düşmanlık politikalarını derinleştirmeye, sizden olmayan herkese “terörist, bölücü, vatan haini” demeye devam ediyorsunuz. Bulunduğu iddia edilen gazı iktidarınızın beka planlarının ve damat bakanın siyasi kariyer hedeflerinin bir parçası haline getiriyorsunuz. Bugünkü ekonomik krize, işsizliğe, yoksulluğa tek kelime etmeden varsayımsal bir gaz ekonomisi üzerinden hayal tüccarlığı yapıyor, halka yalan söylüyorsunuz. 

Tüm bunları yaparken, tıpkı 70 milyar dolarlık kamusal varlığı özelleştirmiş olmanız gibi, tıpkı döviz bağımlısı bir ekonomik model yaratmış olmanız gibi, tıpkı “kamu-özel işbirliği” adı altında hazine garantili ve korkunç bir yağma düzeni kurmuş olmanız gibi, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın kadrolarını tasfiye ediyorsunuz, sismik gemileri dışarıdan hizmet alır hale getiriyorsunuz, TPAO ve BOTAŞ’ı Varlık Fonu’na alıyor ve özelleştirmeye hazırlanıyorsunuz ama “tam bağımsızlık”tan ve “ulusal ekonomi”den bahsedebiliyorsunuz.

Bu noktada sorulması gereken çok basit ama yanıtını pek de kolay veremeyeceğiniz bazı sorular var: Bugüne kadarki kamu kaynaklarını kimin yararına kullandınız ki, bundan sonrakileri halkın, toplumun yararına kullanasınız? Velev ki ortada bir ya da daha fazla gaz yatağı var, o gazla ilgili ihaleleri kime vereceksiniz, yatırım masraflarını kimden çıkartacaksınız, gaz dağıtımını hangi şirkete yaptıracaksınız, devasa rantı nasıl bölüşeceksiniz, bunu kendi siyasi ikbalinize nasıl tahvil edeceksiniz, sizden olmayanları suçlayacak bir silah olarak nasıl kullanacaksınız? 

Peki tüm bu soruların yanıtı zaten baştan belliyken, bu soruların yanıtları zaten biliniyorken, neden insanlardan “sevinme mecburiyeti”ne, koroya, sürüye dâhil olmalarını istiyorsunuz? 

Biz bu ülkeyi seviyoruz. Biz bu ülkenin dağını, taşını, ormanını, akarsularını seviyoruz. Biz bu ülkenin insanlarının bu topraklar üzerinde refah içerisinde, eşit ve özgür bir şekilde yaşamasını istiyoruz. Biz bu ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, derelerinin, ormanlarının, limanlarının paraya ve ranta kurban edilmesini değil, toplum yararına, halk yararına kullanılmasını istiyoruz.

Doğalgaz mı buldunuz, eyvallah. Çıkaracak mısınız, çıkartın.  Ama biz o koroya dâhil olmayacağız. Bizim de sevineceğimiz günler ise elbette ki gelecek, biz de sevineceğiz.  Bu ülkenin zenginlikleri bir avuç para babasının, bir avuç kalantorun değil, bu ülkenin gerçek sahiplerinin, emeğiyle geçinip alınteriyle yaşayanların, o zenginliği yaratanların olduğunda, yani ekmeği eşit ve adil bölüştüğümüzde, yani sevinç hakiki bir sevinç olduğunda, sevinmek bir mecburiyet değil gerçekten sevinmek olduğunda, emin olun biz de sevineceğiz. Çünkü biliyoruz ki, her şey gibi sevinç de sınıfsaldır!