Sapsarı güneşin ve mavi gökyüzünün altında oynanan en güzel oyun, Futbol, bir gün eteklerine yapışmış tüm pisliklerden kurtulacak. Onu halkı uyutmak için kullanan faşist diktatörlerden, petrol paralarıyla takım satın alan gerici Arap şeyhlerinden, Rus oligarklardan, para babalarından, büyük burjuvalardan, üstüne çöreklenmiş ve onu ...

Futbola övgü: Galeano’ya ve mahallenin delisine saygıyla

Geçenlerde soL Portal’da çıkan bir habere göre Corona dolayısıyla maçlara süresiz ara veren büyük Avrupa liglerinde kayıplar milyarlarca Avro ile ölçülür hale gelmiş. Post-Corona dünya hakkında pek çok spekülasyon yapılmaktadır. İyimser olalım; Post-Corona dünyada futbol da belki aslına, özüne dönüş yaşar, tüm pisliklerinden arınır, üstüne yapışmış tüm asalaklardan kurtulur.

Futbolun aslı ve özü mü? Latin Amerika’nın büyük ve yiğit yazarı, ozanı Eduardo Galeano bir yerlerde söylemişti; futbol güneşin altında oynanan en güzel oyundur demişti. Çok güzel anlatmıştı. Ancak futbol artık güneşin altında oynanmıyor üstat Galeano, artık her yerde de oynanmıyor. Artık enerji sarfiyatına bakmadan gündüz gibi aydınlatılan ve sadece ensesi kalınların ve varsılların alabildiği biletlerle girilen caf caflı kocaman stadyumlarda ve beyaz yakalıların iş çıkışı stres atmak için top teptikleri ve para ile rezervasyon yapılan halı sahalarda oynanıyor. Bir de varsılların çocuklarını popçu olamayacaksa topçu olsun da bol para kazansın diye yolladıkları ve takım arkadaşlarını bile bir rakip gibi görmenin öğretildiği futbol okullarında oynanıyor Galeano yoldaş. Artık mazlumun ve fukaranın intikamı değil futbol, artık fukara mahallelerinin boş arsalarında dört taş ve plastik bir top da değil futbol, azizim Galeano.  

Dört taş ve bir plastik top, ve de bir dolu her yaştan çocuk. Çocukluğumun bir bölümünü Gaziantep’te bir gecekondu mahallesinde geçirdim. Mahalle birbirine benzemeyen ve yerden kendi kendine bitmiş gibi görünen evlerin üstü süte, yan yan yığıldığı bir keşmekeşti, ama güzel ve hülyalı bir keşmekeşti. Evlerin arasında henüz kimsenin işgal etmediği boş arsalar vardı, mahalle efradı hurdalarını ve kalıcı çöplerini buralara atardı. Ama olsun, ne gam. Biz okul dönüşü, ya da tatillerde sabahtan işgal ederdik bu boş arsaları. Ortaklaşa aldığımız plastik topumuz vardı, bir de hemen oralarda bulduğumuz dört taş. Arsanın bir ucuna ikisini diğer ucuna da diğer ikisini belirli aralıklarla diker, kaleleri oluşturmuş olurduk. Sonra hemen iki takım olurduk, takımları seçenler her çocuğun yetenek düzeyini bilirdi herhalde, bu nedenle iki takım güç ve yetenek olarak eşite yakın düzeylerde kurulurdu. Böylece futbolun aslına, eşitlikçiliğine uygun davranmış olurduk. O maç bittiğinde, takımlar karılır, ve yeni takımlarla yeni bir maça başlardık. Güneşin altında en güzel oyunu defalarca oynardık. Bazen yenilirdik, bazen yenerdik. Defalarca yenilir ve defalarca yenerdik. Böylece yenme ve yenilme, kazanma ve kaybetme kendilerine ait özel anlamları yitirirlerdi. Onlar yok olurdu geriye tek gerçek kalırdı, futbolun sadece ve sadece çok güzel bir oyun olduğu gerçeği. O zaman anlamamıştık, şimdi anlıyorum. 

Oraya gelen tüm çocuklar oynama hakkına sahipti. Yeteneklerine, boylarına, poslarına bakılmazdı. Hatta izin alabilirlerse arsaya kadar gelebilen kızlar bile oynardı. Kimse ayrımcılığın kadrine uğramazdı. Seyirci yoktu, herkes oyuncuydu. Tüm çocuk cemaati tam ortadan ikiye bölünürdü, sayıları kaç olursa olsun. Ancak futbolun ve tüm takım oyunlarının dayattığı tatsız bir aritmetik gereklilik vardır, toplam oyuncu sayısının çift sayı olması gerekir (gerçi sayı az ve tek olur ise tek kale maç da olurdu ama).  Tek sayı olduğunda bir kişiyi kenarda oturtma yolunu hiç tutmazdık, zinhar günahtı. Çünkü herkesin oyunuydu. Böyle bir durumda mahallemizin sevgili delisini de oyuna dahil ederdik. O zamanlar zihinsel engelli gibi kavramları pek tabi ki bilmezdik; o bizim için mahallemizin delisiydi. Foucaultcu biyopolitkaya inat hep aramızdaydı. Fukara bir ailesi vardı, fukara bir ailede engelli olmak daha zordu galiba. Ailesi sabahtan sokağa salardı, akşama kadar da içeriye ayak bastırmazlardı, yirmili yaşlarındaydı. Sürekli bizimle birlikteydi. Biz de analarımızın babalarımızın tüm uyarılarına rağmen onu aramıza alırdık. Onu kaleye geçirirdik, çünkü en riskli pozisyondu. Aslında kaleye değişerek geçer ve kalecilerin yaşadığı kaçınılmaz stresi paylaşarak atlatırdık, futbolun ruhuna da bu uygun düşerdi değil mi? Kalecinin dinmeyen kaygısını daha o zamandan biliyorduk galiba. 

Kalecinin kaygısı dinmez gerçekten. Aslında kaleciler savunma elemanlarıyla birlikte futbol takımlarının proletaryasını oluştururlar, asıl işi yaparlar ancak futbolun parayla kirlendiği dünyada görünmezler. Üstelik kriz anında fatura onlara, özelde de kaleciye kesilir, tıpkı krizin yükünün proletaryanın üstüne yıkılması gibi. 

Fransa’da düzenlenen 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın 27 Haziran’da Parc des Princes’de oynanan Fransa-İspanya finalinde aslında çok iyi bir kaleci olan Luis Arconada’nın başına gelen tam da böyle bir şeydi. 57. dakikada Platini serbest vuruş kullandı, aslında Arconada topu yakaladı. Ancak iyi bir gününde değildi herhalde, topu koltuğunun altından kaçırdı, çizgiyi geçen topa karşı son bir çaresiz hamle yaptı. Ancak olan olmuştu. İspanyollar için yenilen gol “Arconada’nın golü” olarak hafızada yer etti, ve bir daha da silinmedi. Oysa 10 kişi kalan Fransa’dan bir gol daha yiyen ve kupayı kaybeden tüm İspanya milli takımıydı. Ancak giderek paranın çirkin saltanatına teslim olan futbolda bunun bir önemi yoktu artık. “Kazanmak, sadece kazanmak önemli” şiarına sarılmış yeni futbol buydu. 

İşte bu kaygı verici yükü mahallenin delisi abimizin sırtına yıkardık. Her zaman neşeliydi. Rakip kaleye gol atıldığında sevinirdi.

Ancak kendisi gol yediğinde de sevinirdi. “Deli mi yahu?” diye sorardık kendimize, deliydi tabii ki. Erasmus’a kinaye yaparcasına gerçeği biz akıllılardan daha net bir şekilde görüyordu. Futbol sadece bir oyundu, hem de gökyüzünün altında oynanan en güzel oyundu. 

Güzel oyundur, ve kazanan ve kaybedeni olsa bile eşitlikçidir. Yıllar öncesinden kritik bir maç hatırlarım (ya da futbolun şanına yakışsın diye kurgularım, emin değilim). Maçın başlarında konuk takımın oyuncusu kendi ceza sahasına yakın bir yerde sakatlanarak yere yığıldı, feveran etmekteydi (hem de paraya teslim olmuş futbolun ahlakını bozduğu futbolcuların yaptığı gibi numaradan değil, gerçekten.) Takım arkadaşları sağlık ekibi sahaya girebilsin diye topu taca attılar. Tedavi yapıldıktan sonra ev sahibi takımdan oyuncu tacı kullandı, centilmenlik gereği topu konuk takımın kalecisine yavaşça yolladı. Ancak olmayacak olan oldu, rüzgâr rakip takımın kalesine doğru güçlü bir şekilde esmekteydi. Yavaşça atılan top hız kazandı, kaleci yakalamaya çalışırken topa dokundu, top sekti ve kaleye girdi. Hakem ekşimiş bir suratla golü verdi, kurallar bunu gerektiriyordu. Fakat kazara gol atan takımın oyuncuları, ve dahi çoğunluğu oluşturan taraftarları sevinmediler, şaşkın bir halde buza kesitler, belki biraz utandılar bile. Utanmak erdemdir. Rakip takım çaresiz orta noktaya topu dikti. Onlar oyuna başlamadan kazara öne geçen takımın oyuncuları kendi aralarında hararetle konuştular, kaptanları hepsine bir şeyler söyledi. Kazara geriye düşen takım oyuna başladığında kaza golünü atan takımın oyuncuları yerlerinden kıpırdamadılar. Geriye düşen takımın oyuncuları şaşırmış bir şekilde sürdüler topu ve kimsenin korumadığı kaleye golü atıverdiler. Hakem bu defa memnun bir surat ifadesiyle golü verdi. Tüm stad bir alkış tufanına boğuldu. Kazara ortaya çıkan eşitsizlik giderilmişti. Herkes rahatlamıştı. Futbolun ruhuna uygun hale gelmişti her şey; futbol eşitlikçidir. 

Eşitlikçi olduğu için aslında endüstrileşme, parasallaşma gibi lanetler yok olup gittiğinde ayakta kalacak ve güzel hem de çok güzel bir oyun olmayı sürdürecektir. Üstelik bazen eşitlikçiliği leş kargalarını iten bir unsur da olabilmektedir. 1994 Dünya Kupası’nın ev sahipliğini emperyalist hegemonyasını ve ekonomik gücünü kullanarak ABD aldı. Bunca paranın döndüğü futbol endüstrisi üzerinde de egemenlik istiyordu belki de. Ancak olmadı, çünkü başka bir ülkede yapılsa hınca hınç dolacak müsabakalar nerdeyse seyircisiz oynandı. Amerikan halkı bir türlü ısınamamıştı futbola. Bunun nedenini yıllar önce iyi bir gözlemci olduğunu düşündüğüm bir Amerikalıya sormuştum. Verdiği cevap ilginçti. Bence iki nedenden dolayı demişti; birincisi Amerikalılar müsabakaları bu kadar az skorla biten bir sporu anlamıyorlar. Doğru ya pek çok maç 0-0 bitiyordu. Üstelik onların gündelik hayatını bolca süsleyen basketbol, beyzbol ve bir de dalga geçer gibi adına futbol dedikleri, ancak ayakla oynanmayan ve bir tür orangutan güreşine benzeyen sporlarında müsabakalar pek yüksek skorlarla bitiyordu. İkincisi de diye eklemişti; Amerikan halkı müsabakaları berabere bitebilen bir sporu kabullenemiyor. Beraberliği, eşitliği anlamıyorlardı, iyi ki de anlamıyorlardı. Futbol ise eşitlikle başlayan ve eşitlikle bitebilen güzel bir oyundur. Ve üstelik Amerikan emperyalizminin henüz bulaşamadığı bir spordur. 

Futbol sadece eşitlik değil sadakattir aynı zamanda. Arkadaşını yoldaşını satmazsın. İyi bir defans oyuncusuydu Franco Baresi. Baresi plütokrat/oligark Berlusconi tarafından satın alınıp, bir işçi takımı olmaktan sermaye takımı olmaya terfi etmeden önce, henüz parasallaşmış futbolun çarklarına uyum gösteremediği için alt kümelerde sürünürken Milan’ın formasını giyiyordu. Metalaşan futbolculara inat gelen transfer tekliflerini tek tek geri çevirdi. Takım sürünürken oyandı, takım yüzsüz Berlusconi’nin eline geçince de oyandı. Alternatifi yoktu, onun için de başka alternatif yoktu (tıpkı vatandaşı olan ve tüm futbol hayatını Roma’da geçiren Totti gibi). Takım milyonlara, milyarlara boğuldu, şampiyonluklar elde etti, paranın gücüydü. O sadece başladığı yerde oynamaya devam etti, hep görev adamıydı. Takıma bol paralarla getirilen yıldızlar gibi değildi, onların biri gidip biri geldi. Baresi hep kaldı ve hep oyandı; sadakatle ve keyifle. Jübilesini yaptığında Milan’ın işçi takımlığı döneminden kalma taraftarları San Siro’nun gönderinden Berlusconi’nin çirkin bayrağını indirdiler, ve yerine Baresi’nin formasını çektiler göklere. Yakışırdı. Çünkü futbol kullandıkları diş fırçasından daha çok takım değiştiren ahlaksız futbolculara ve onları pazarlayarak dünyalıklarını dağ gibi büyüten menajerlere inat sadakat idi. 

Ve futbol sadece sadakat de değildi, mazlumun intikamıydı. Fransa’da düzenlenen 1998 Dünya Kupası’ndaki en ilginç maçtı bence, F Grubu’nun en güçsüz iki takımı ABD ve İran 21 Haziran’da Lyon’da karşı karşıya geldiler. Eve yetişemeyeceğim için Kızılay’da bir kıraathaneye daldım ve maçı orada seyrettim. Kalabalık bir kıraathaneydi, televizyon açıktı ve maç başladı. Kimse oralı değildi, kimi ver papazı al kızı yapıyordu, kimi biten ele okeye dönüyordu. Ancak spikerin sesinin ritmi ve sesindeki heyecan ilgilerini çekti. Bir süre sonra tüm kıraathane maçı seyretmeye başladı. Heyecanlı bir maçtı üstelik. Maçın bitiş düdüğü çaldığında İran ABD’yi 2-1 yenmişti. Tüm kıraathane sevinç çığlıklarıyla yankılanıyordu, herkes birbirini tebrik ediyordu. Ne ara ve neden İran taraftarı olmuşlardı. Acaba İran Devrimi’ni, devrim sonrası Amerikan emperyalizminin devrimi boğma çabalarını biliyorlar mıydı? Bunlar önemli değildi. Önemli olan mazlumun kazanması, zalımın kaybetmesiydi. İran mazlum, Amerikan emperyalizmi ise zalımdı. Futbol mu? Mazlumun ve fukaranın intikamıydı. 

Sapsarı güneşin ve mavi gökyüzünün altında oynanan en güzel oyun, Futbol, bir gün eteklerine yapışmış tüm pisliklerden kurtulacak. Onu halkı uyutmak için kullanan faşist diktatörlerden, petrol paralarıyla takım satın alan gerici Arap şeyhlerinden, Rus oligarklardan, para babalarından, büyük burjuvalardan, üstüne çöreklenmiş ve onu bir kumara dönüştüren bahis endüstrisinden, sıradan yoksul halkı futboldan mahrum bırakan ve futbol üstünden zenginleşen kapitalist medyadan, bedenini reklam panosuna çevirmiş ve ahlakını satmış futbolculardan, ekonomik ve siyasi çıkarlara teslim olmuş federasyon ve kulüp başkanlarından, futbol tüm bunlardan arınacak. O zaman yeniden bizim, benim, Galeano’nun ve mahallenin delisinin futbolu olacak.