Eylül geçiyor ya sessiz sedasız ve nanik yapar gibi muzipçe, canımı sıkıyor. Zannederim herkeste benzer bir duygu var çünkü çok gözüme çarptı 'Eylül toparlandı gitti işte' dizesi bu ara. Sosyal medyada sıklıkla karşılaştım. Salgın koşullarının dayattığı kasvet tepetaklak bir dünyayla bulandığı için, neredeyse yedi aydır hayattan alacaklı olduğumuz için, engellenmişlik, unutulmuşluk, haksızlığa uğramışlık hissi hepimizi ezip geçtiği için olsa gerek hatırlanıyor Turgut Uyar’ın dizeleri. 

Eylül

Evde aranan kitabın bulunamaması kadar canımı sıkan bir şey yoktur. Daraltır, öfkelendirir ve bir yoksunluk duygusuyla baş başa bırakır beni. Yazılarım aksadığında hırçınlaşıyorum ya, işte aradığım kitabı bulamadığımda da öyle. Yazı için bir şiire bakmam gerekti sabah, pimpirikliyim, şiir sitelerinden değil de kitabından, aslından görmek gerek diye dönendim durdum. Turgut Uyar’ın “Büyük Saat”i aradığım. İri bir kitaptı, kapağında yakışıklı Turgut Uyar’ın bir fotoğrafı vardı. Hatta kitap şeffaf naylonla kaplanmıştı, şeffaf naylonla kaplanırdı bazı kitaplar eskiden; yıpranmasın, incinmesin diye. 

Kitap rafları arasına özenle yerleştirilmiş, şöyle dursun şimdilik, dönüp bakarım diye düşünülmüş, sonrasında da ne için dönüp bakılacağı unutulmuş pek çok kitapla karşılaşmak hem bir eziklik, hem bir kontrol kaybı, hem gecikmişlik hem de ince bir sevinç hissiyle dolduruyor içimi. Nasıl tedirgin edici unutulmuş kitaplarla karşılaşma bilemezsiniz. Ama tedirginlik dediysem ne katmanlar var içinde. Şişiniyorum, vayy diyorum, vaay bu kitabı da okumuşum, off çizdiğim yer ne sarsıcı. Hey! Bu kitap bende varmış, tey tey tey… Ayaküstü bir halay çekiyorum. Çocuklar “N’oldu?” diye yanaşıyorlar hemen, kaçamak yaptığım saatlere, ihlallerinden hınzır bir zevk alıyorlar ve elbette durumdan vazife çıkarıyorlar, bir halay turu da onlarla atıyoruz artık. Ama bir türlü bulamadım işte Turgut Uyar’ın “Büyük Saati”ni. Bir dizenin peşinden Turgut Uyar’ın “Acıyor”unu arıyorum, kitabı bulamıyorum, her bir kitap deliğine bakıyorum, bir delikten giriyorum öfkeli diğer delikten çıkıyorum heyecanlı. Sabah sabah kendi çapımda bir macera yaşıyorum. Ufak bir kaçamak. 

Neyse ki kitap paylaşım siteleri var da bazı kitapların pdf’lerine ulaşabiliyoruz. Güzelim “Acıyor” şiirine de kavuşuyorum böylece. Rahatlıyorum. Sadede geliyorum. Eylül geçiyor ya sessiz sedasız ve nanik yapar gibi muzipçe, canımı sıkıyor. Zannederim herkeste benzer bir duygu var çünkü çok gözüme çarptı “Eylül toparlandı gitti işte” dizesi bu ara. Sosyal medyada sıklıkla karşılaştım. Salgın koşullarının dayattığı kasvet tepetaklak bir dünyayla bulandığı için, neredeyse yedi aydır hayattan alacaklı olduğumuz için, engellenmişlik, unutulmuşluk, haksızlığa uğramışlık hissi hepimizi ezip geçtiği için olsa gerek hatırlanıyor Turgut Uyar’ın dizeleri. 

Walter Benjamin’in ölülerin bugün üzerimizdeki haklarından, onların soluğundan söz etmesi gibi geçmiş zamanın esintileri ile bugünün buluştuğu  ânlar yaşananları daha derinden duyumsamamı sağlıyor. Kalabalık hissediyorum. Geçmişle şimdi arasında onlarca ölmüş insanın soluğu, fısıltısı, bakışı bugünün imgesini kıvamlandırıyor, etlendiriyor ve kaybolma duygusuna karşı direnç veriyor. Bu, güzel… “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânı vermiyor.” diyor Tanpınar.  Evet, memleket meseleleri bir ağ gibi üzerime çöküyor. 

“Yediğimizin içtiğimizin tadı yok…”

Bir anlığına da olsa, bir şiirin peşinde kitap deliğinden yuvarlanmak çok mu sorumsuzca acep duygusu bile can acıtıcı değil mi? Böyle bir dayatması var işte bu ülkenin. Şımarıklığı, biçareliği, perperişanlığı ile Türkiye’m. Sürekli onu düşünmek zorundayım sanki, sürekli endişe içinde yüreğim ağzımda, mutsuz ve güzel ülkemin, mutsuz ve güzel, mutsuz ve cahil, mutsuz ve şirret, mutsuz ve akrep gibi, mutsuz ve kaypak, mutsuz ve bilge, mutsuz ve çaresiz, mutsuz ve güzel insanlarının dertleriyle dertlenmek zorundayım. Kibir zannetmeyin, ben de insanlardan bir insanım hepi topu. Az biraz ülkesini seven. Sadece derin endişe, yetersizlik, sürüklenme, engellenmişlik ama hepsinden öte öfke içindeki.  Ve hep o bildik sözün imgesi boynumda asılı. 

“Yediğimizin içtiğimizin tadı yok….” 

Aman! Pandora’nın kutusunu açmayacağım, bir başladığımda susmam mümkün olmuyor. Ama bir kuple şunu diyeceğim izninizle: Sahip olduğumuz bütün iyi niyetleri öğüten karanlık bir düzenle karşı karşıyayız. Bizim tek tek, alıp sevilesi, okşanası, saklanası, üzerine titrenesi iyi niyetlerimiz, iyilik ışıltılarımız, masumiyetimiz, umutlarımız bin kollu devasa ahtapot tarafından yutuluyor. Çark öylesine öğütücü ki kocaman ağzını açmış bir vantuz gibi tekil hayatlarımızı içine çekiyor. Anaforundan korunmak, ince dallara tutunarak ayakta kalmak, sağlıklı kalmak mümkün değil. Kötülük ve insanın insanı sömürmesine dayalı bir sistem bu. Mekanizmaları, göz bağlayıcıları sonsuz. 

“Cihân-ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
Ol mahîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.” 

Divan şairi Hayâli’nin dizeleri, yine pek çok bağlamda hatırlanır, kullanılır.  Denizin içinde olup da denizi bilmeyen balıklar gibiyiz evet. Gören gözlere sahipken körüz. Celladımıza âşığız, diyeyim tam klişe olsun. 

Sahi, sevgi neydi? 

Acıyor

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
ötede beride yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı firengi 
Öbürünün bir kadından kaptığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
Bütün söz vermelerin tarihçesi
sevgim acıyor.

Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
o kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar 
Ve o kadar

Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
Kış geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazan yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse

Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

      (Turgut Uyar, Büyük Saat-Bütün Şiirleri, Kayayı Delen İncir, 1982)