Ahlatlıbel'de yapılan toplantıyla ortaya koyulan iradenin, milyonlarca insanı sömürmeye dayalı bu sistemi restore etmeye dönük (aslında kurtarma) bir eylem planının sonucu olduğu çok açık.

Erdoğan'ı gönderdik diyelim...

Bağışlasınlar beni ama, Millet İttifakı'nı oluşturan altı partinin liderleri, eğer bizi kandırmaya çalışmıyorlarsa, kendileri ağır bir yanılgı içinde olabilirler.

Zira bir bütün olarak muhalefet, işsizlik, yoksulluk, açlık ve ağır borç yükü altındaki nüfusun yüzde 90'ının muzdarip olduğu sorunların kaynağına inmek yerine, her sorunu Erdoğan'ın tek adam yönetiminin üzerine atmak ve onu gönderince de her şeyin çok güzel olacağına dair umut dağıtmak dışında tek kelime etmiyor. Buna acaba kendileri de mi inanıyorlar, yoksa bizleri mi inandırmaya çalışıyorlar, orasını okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Bizlere sunulan basit tablo şu: Erdoğan tek adam oldu, bütün yargı, yasama ve yürütme yetkilerini tek elde topladı, Merkez Bankası, BDDK ve diğer özerk kurumların bağımsızlıkları ellerinden alınınca ekonomiye güven azaldı. Kurumlar (özellikle Merkez Bankası) özerk olmayınca yabancılar artık yatırım yap(a)maz oldu. Böyle olunca dışarıdan sıcak para gelmiyor, döviz sıkıntısı başladı, kurlar arttı... Bu tabloya bakarsak Türkiye daha önce tarihinde hiç ekonomik krize girmedi de, kötü olan her şey Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş ile başladı.

Oysa bu tablo gerçeğin tamamını yansıtmıyor. Tam aksine;

Erdoğan bu ekonomik modelin kaçınılmaz olarak yoksulluk ve işsizlik yarattığını ve bu (ekonomik) bozulmanın gittikçe derinleşeceğini bildiğinden; yoksulluk, işsizlik ve açlık daha da artmadan (Özal, Çiller-Karayalçın, Ecevit hükümetlerinin başına geldiği gibi), şimdiye nazaran kısmen daha güçlü seçmen desteğine sahip olduğu bir dönemde, krizlerde halkı daha kolay baskılayabilecek şekilde yetkilerini arttıracak olan Cumhurbaşkanlığı sistemini halk oyuna sundu ve geçirdi. 

Evet doğru, 2018'den itibaren parlamento topal ördeğe çevrildi, yargı tekleşti ve yürütmenin yetkisi sonuna kadar arttırılarak insanlar televizyon ekranlarında atasözlerinden örnek veremez oldu, sosyal medyada fıkralar paylaşıp, karikatür beğenmekten dahi korkar hale geldi. İfade özgürlüğü yerlerde geziyor.

Evet, yasama, yürütme ve yargı arasında güçler ayrılığı yeniden tesis edilmeli. Parlamento, siyasi partiler ve seçim yasası değişiklikleri ile güçlendirilmeli. Özellikle seçim barajı tamamen kaldırılmalı ve temsilde tam adalet sağlanmalı. Yeni bir sistem ve yeni bir anayasa ile 'burası benim ülkem ve burada yaşayacağım' diyen herkesin içine sineceği bir meşruiyet sağlanmalı.

Ancak muhalefet cephesi meselelere ters bakıyor, ya da bizlerin ters bakmasını istiyor. Oysa iddialarının aksine, demokrasi azaldığı için işsizlik, yoksulluk, açlık artmıyor; işsizlik arttığı, hayat pahalılaştığı, yoksulluk yaygınlaşıp derinleştiği için demokrasi azalıyor, zira Erdoğan'ın başka türlü yönetme şansı kalmadı. 

Okuyucuyu bıktırma pahasına birçok yazımda yukarıda sözünü ettiğim ters bakış açısının üzerinde durmamın sebebi, bunun farkına varılmasının, ülkemizin sorunlarına çözüm iradesini de tamamen değiştirecek olmasından kaynaklanıyor.

Bütün kötülüklerin müsebbibi Erdoğan'ın tek adam rejimiyse, 12 Eylül darbesi ile açılan neo-liberal yolda onun yokluğunda yaşanılan ve Ecevit, Yılmaz, Çiller, Karayalçın gibi liderleri ve bir o kadar da hükümeti tarihin çöplüğüne gönderen 1994 ve 2001 ekonomik krizlerini neye yormamız lazım acaba? 

Meselenin özü, ortada büyük bir çelişki var: nüfusun yüzde 90'ını oluşturanlar için fakirlik ve yoksulluk daha da artarken, nüfusun yüzde 10'u gittikçe daha da zenginleşiyor. Bu büyük uçurumun derinleşmesini, vatandaşın herhangi bir partiye verdiği, sonra vazgeçip başka bir partiye verdiği, en son lanet edip üçüncü bir partiye verdiği oylar bir türlü engelleyemedi. Bu çelişkinin temel dayanağı bugünün ekonomik sistemidir. 

Bunu aşabilmek için yeni bir demokrasi tasavvuru, tanımı ve tasarımı yapmak gerekiyor. Meseleyi bağlamından (ekonomiden) kopararak, sağından solundan kurcalayarak 'şunu da düzeltmemiz gerekiyor, şu da eksik kalmasın' yaklaşımı, yüzde 10'a çalışan düzeni devam ettirmekten fazlasını gerçekleştiremiyor.

Peki, tartışmanın odak noktası neresi olmalı? 

Ahlatlıbel'de yapılan ve Millet İttifakı liderlerinin bir araya geldiği toplantıyla tek adam rejimine karşı ortaya koyulan iradenin, milyonlarca insanı sömürmeye dayalı bu sistemi restore etmeye dönük (aslında kurtarma) bir eylem planının sonucu olduğu çok açık. Bu iradenin, her ne kadar sistemi kurtarmaya yönelik olsa da, yine de Türkiye'nin başına bela olan bazı sorunları (Cumhurbaşkanlığı sistemi gibi) çözme kapasitesi yaratabileceğine de inanıyorum. 

Ancak esas olarak üzerinde tartışılması gereken, bu sistemin kurtarılmaya değer olup olmadığı veya derin anayasal ve ekonomik reformlar da dahil olmak üzere içinde debelendiğimiz bu cendereyi nasıl daha esaslı bir şekilde kırabileceğimiz konusu olmalı.

Her derde deva olarak sunulan 'Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Geçiş'in sınırlarını kimin çıkarına göre çizeceğiz?

Eğer, çoğunluğun çıkarlarını savunduklarını göstermek istiyorlarsa onlara önereceğim bir yol var;

1- Öncelikle AKP'nin 16 yıllık ekonomi uygulamaların bir numaralı sorumlusu olarak Ali Babacan, diğer her şeyi bir yana bırakarak söylüyorum, listesi bile yayınlandığında milyonlarca insanın yüreğini titreten özelleştirmelerin altındaki imzalardan utanç duyuyor mu acaba, bunu bize bir açıklasın? 

2- Ardından, tam 2018 yılına kadar Erdoğan'a siyasi cariyelik yapıp, AKP iktidarının hemen her dakikasında en üst düzey (Başbakanlık) dahil sorumluluğu bulunan Ahmet Davutoğlu, bu ekonomik politikayı uyguladığı için bu süre içinde ve bu nedenle fakirleşen, malını mülkünü kaybeden, intihar eden, atanamayan milyonlar ve izlediği politika ve verdiği kararlarla kan gölüne dönüşen Suriye meselesinden, veya Haziran 2015 ve Kasım 2015 seçimleri arasındaki süreçten zerre vicdan azabı çekip, hicap duyuyor mu acaba? 

3- Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu için sorduğum sorulara benzer olarak, milyonlarca insanı yoksullaştıran, tefecilerin eline düşürten, ülkemizin tarım alanlarının yüzde 95'inin bankalara ipotekli hale gelmesini sağlayan gübre ve ilaç fabrikaları ile bugünlerde ödenemez büyüklükte faturalarla karşılaştığımız elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesini sağlayan ve tarım birliklerini kapattırıp, Ziraat Bankası'nın çiftçiyi sübvansesini kaldıran yasaların çıkacağını IMF'ye taahhüt edip, yasaları da çıkaran bir numaralı sorumlu kişi Kemal Derviş'ti. Bugün CHP'nin koridorlarında sadece ruhu dolaşmıyor; bıraktığı ideolojik miras, CHP'de sosyal liberal çizgiye taşındı ve partinin programına nakşedilmiş durumda. CHP yönetiminde bu ekonomik politikalara yönelik herhangi bir pişmanlık emaresi göstermeyi düşünen var mı?

Meral Akşener ile Temel Karamollaoğlu ve Gültekin Uysal'ın başlarında bulunduğu partilerin de (Erdoğan itirazları dışında) AKP ile arasında milim fark zaten yok.

O zaman şu soruyu sormalıyım; bu ülkede emeğine göz koyulan, alın teri çalınan, her geçen gün fakirleşen ve nüfusun yüzde 90'ına ulaşan milyonlarca insanın başlarına gelen her şeyin sorumluları bu kadar ortadayken, sırf parlamenter sisteme dönme vaadi sebebiyle onlardan hala medet umabilir miyiz? 

Yahut olası bir iktidar değişikliğinin ardından, muhtemel bir demokratik restorasyon döneminin sarhoşluğu geçince, sıcak parayı ülkeye çekmeye yönelik cari açık ekonomisinin aynen devam ettirildiğini gören Millet İttifakı seçmeni bunun hesabını sormayacak mıdır? 

Herkesin yarınının nasıl olacağını, bu sorulara verecekleri yanıt belirleyecektir.