Yıllarca 'iş sözleşmesi'yle yaşayan işgücü pazarı şimdi esneklik adı altında keyfiliğin, ahlaksızlığın, sömürünün açık ve serbest pazarı durumuna geldi.

'Emekçilerin ahlakı, patronun ahlaksızlığı'

Başlığı devraldığım “Dayanışma Meclisi Tartışıyor” programı 12 Nisan Pazartesi günü soLTV’de Orhan Gökdemir yönetiminde, Burçak Özoğlu, Gamze Yücesan Özdemir ve Selahattin Kural’ın katılımıyla yapıldı. Her anı dolu dolu akan programı izlemeyenler izlesin diyerek yazıya devam edeceğim.

Çalışma hukuku ile çalışma serbestliği ilk bakışta zıt gözükür. Birincisi ikincisini disipline kavuşturuyor, düzene sokuyor gibi gözükür. Hukukun dar anlamı içinde bu durumda bir terslik yok. Ancak hukukun tarihinin, toplumların tarihi gibi sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gerçeği, hukuku düzene sokan, hak ve özgürlükleri güvence altına alan işlevinde her zaman tutmaz. 

Toplumsal mülkiyeti ve toplumsal üretim araçlarını parçalayıp bireyselleştiren, özelleştiren kapitalist sınıf bu sahiplenmeyi hukuka bağlarken aynı hukukla hem kendi sınıfını ve çıkarlarını korumanın hem yeni mülk edinmenin hem de emek gücünü yönetip denetim altında tutmanın kurallarını hukuka yazar/yazdırır ve seçimle geldiğini iddia ettiği temsilcilerine onaylatır. 

Yazıp onaylatarak garanti altına aldığı konulardan biri de ücretli emeği kullanma yolları, diğer adıyla çalışma hukukudur. 

Başlangıçta burjuva devrimiyle gelen çalışma serbestliği, çalışanların istediği patrona bağlanacağı, patronun da istediği koşullarda çalıştırmakta serbest olduğu üzerine kuruluydu. Bu serbestlik hukukun da konusu oldu; hukuk, “sömüreceğini seçme” ve “sömürücüsünü seçme” özgürlüğüyle sınıfsallığın gizlenmesine hizmet etti.

18. yüzyılın bu sefalet hareketi uzun sürdü. Bir araya gelerek güçlenebileceğini gören işçiler hak mücadeleleriyle çalışma hukukunun iskeletini oluştururken 20. yüzyılın 1917 Devrimiyle beslenen bir çalışma hukuku, sermayenin de kaçınamayacağı biçimde yerli yerine oturdu. Ama sosyalizmin bu etkisine karşın burjuva devletinin hukuku liberal niteliğinden kurtulamadı. 

Türkiye’ye geç giren çalışma hukukunun sermayeye teslimiyetindeyse gecikme olmadı. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 2000’li yıllarda AKP… Yargının, hukukçuların işçi lehine yorum dediği hak eksenli hukukçuluğu da bu süreçlerde ama AKP döneminde hızlanarak, araya “arabuluculuk” da eklenerek terk edildi. 

Sermaye sınıfının, siyasal iktidarını bulmanın, devamında başkanlı rejime geçmenin ve dinsellikten destek almanın rahatlığında güçlenen ekonomik ve siyasal egemenliğinde artık çalışma hukukundan çalışma serbestliğine fütursuzca geçilmiş durumda. Hukuk ile hukuksuzluk artık bir arada yaşıyor. Krizlerini kestirme yöntemlerle gidermeye çalışan kapitalizm, hak gasplarını kesintisiz devam ettirirken patronun ve siyasal iktidarın “ahlak” anlayışıyla kodlamalar yapıp işsizlik ve yoksulluk havuzunu genişletiyor.

Dinsel ahlaka büründürülmüş bu sömürü ahlakı emek rejiminin adını “esneklik” koydu. Yıllarca “iş sözleşmesi”yle yaşayan işgücü pazarı şimdi esneklik adı altında keyfiliğin, ahlaksızlığın, sömürünün açık ve serbest pazarı durumuna geldi. 

Sömürü kendisini hukukun kılıfına sokma gereği bile duymayacak kadar rahatladı. Hukuk artık onlar için kılıflı değil, açık oyuncu; işçinin “ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı” davranışının, düşük ücretle ve güvencesiz çalışmasının ya da işsiz bırakılmasının gereğinin yapılmasını oynuyor. Gün geliyor hukuku, gün geliyor hukuksuzluğu, keyfiliği oynuyor.

Dinselliğin yakın temasıyla donanımlı patronların; emekçiler üzerindeki her gün daha da vahşileşen sömürüsü ve baskısı, eşitsizliği ve keyfiliği olağanlaştırması, yoksulluğu dinsellikle eritmeye kalkışması, işçi cinayetlerini iş kazası kılıfına sokması, hak gasplarını kendisinin hakkı olarak görmesi, salgın fırsatçılığı ahlaklı ve iyi niyetli de sömürülenin, ezilenin, zulme uğrayanın, işsizliğe ve yoksulluğa mahkum edilenin hak aramaları, haksızlığa karşı koymaları mı ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı?

Emekçilere “sefalet”in, sermayeye “servet”in ahlakı…

Emekçilere “nefessiz”liğin, sermayeye “doğayı katletme”nin ahlakı… 

Emekçilere “kul”luğun, sermayeye “ye kürküm ye”nin ahlakı…

Emekçilere “düzene sadık bireysel”liğin, sermayeye “ihtiyacı uğuruna her istediğini yapma”nın ahlakı…

Emekçilere “siyasetsiz”liğin, sermayeye “siyasi iktidarı elde tutma”nın ahlakı…

Emekçilere “sömürülme”nin, sermayeye “sömürme”nin ahlakı…

Bunlar mı ahlak? Özünde adalet olmayan, sıkıştığında baskı ve şiddete başvuran davranış etik olur mu? Sömürücü ahlak etik olur mu? İnsanın ortak çıkarı yerine bireyselliğin, bencilliğin, sömürücü sınıfın çıkarının savunuculuğu etik olur mu?

Ahlak, şimdiye kadar sınıfsal olmuştur; şimdiden sonra da sınıfsal olacak.

Emekçilerin baskıya, haksızlığa, gericiliğe ve sömürüye karşı mücadelelerle biriktirdiği devrimci ahlakı ve örgütlü gücü, sömürenlerin ahlak dediği, hukukla ve dinle sakladığı sahteliklerinin hepsini silip süpürmeye, insanın insanı sömürmediği düzeni kurmaya yeter.