Elli yıl öncesini acılarla değil o umutlu meltemle kavrıyoruz. Geçmişte 'yapabilirdik.' Gelecekte mutlaka yapacağız.

Elli yıl öncesini hatırlarken

12 Mart yarım kalmış bir faşist darbeydi. Aslında başka bir eksiği tamamlamak için yapıldığını dönemin genelkurmay başkanı Memduh Tağmaç formüle etmişti; buna göre “sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aşmıştı.” Bu ifade kimi aktarımlarda “sosyal uyanış” olarak düzeltiliyor ve daha anlaşılır hale getiriliyor. Ancak Cuntanın tepesindeki şahsın, darbe yoluyla, yani ne pahasına olursa olsun durdurulması gereken şeyin kitlelerin “uyanışı” olduğunu açık etmiş olmasını beklememeliyiz. 

Hangi sözcüğün seçildiğinden daha önemli olan noktaysa darbenin çaresizliğinin kabullenilmesi. Kim toplumsal ilerlemeye yukarıdan sopa sallayarak engel olabilirdi ki? 12 Martçılar çaresiz bir ekiptir.

Tarihsel çaresizlikleri acımasızlığı körükledi. Bir ölüm makinesi gibi çalıştılar. Sistematik işkenceyle, katliam operasyonlarla ve idamlarla biçilen devrimciler listesinin yanına, İsrail başkonsolosu kaçırıldı diye İstanbul’u 30 bin görevlinin ev ev aramaya kalkışması, yüzlerce kişinin devlet tarafından rehin alınması gibi çılgın projeler eklenmelidir. 

Bu baskının kısa vadede sonuç vermemesi mümkün değildi. Nitekim önceki süreçte bir toplumsal kalkışma görüntüsü veren gençlik hareketinin en kritik kadroları ortadan kaldırıldı. 15-16 Haziran 1970’de sosyal gelişmenin en çarpıcı örneğini inşa eden işçi hareketi kaçınılmaz bir ara verecek, geri çekilecekti. Darbe bastırdı; TİP’li DİSK yönetimi CHP’ye kaydı…

Uyanışı birkaç yıllığına yavaşlatmış oldu darbeciler. Vahşice baskı dışında ne yapacaklarını iyi bilmediklerini düşünebiliriz. Buna döneceğim, ama önce şunu yazalım: 12 Martçılar mecburcuydu. İşçi hareketi ve toplumsal hareketlerin yükselen yıldızı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin üstüne de gölgesini düşürüyordu. 12 Mart’ın tarihini belirleyen kendi cuntası değil, son anda önlediği 9 Mart “sol darbe”cileridir. Egemen güçler faşizmi tercih etmese, yatacak yeri kalmama riskini yaşamışlardı.

Kuşkusuz dönemin sol hareketleri içinde “darbenin solcusu olmaz” diyenler yerden göğe haklıydı. Nitekim Kemalist yurtsever damarların darbeci bir yönelimle kabarmasının sonucu tam tersi oldu. Bu süreç, sol açısından kaçırılan bir fırsat değil, düşülen yanılgının kaçınılmaz sonucudur.

Elbette kaçınılmaz derken mutlaklaştırmayalım. Askeri ürkütüp analiz falan yapmaya soyunduran “sosyal gelişim” eğer gerçek bir işçi sınıfı partisinin örgütlü öncülüğünde ilerleseydi, Türkiye bundan ta elli yıl önce bile sosyalizm doğrultusunda bir dönüşüme kucak açacak nesnelliğe sahip olduğunu herkese kanıtlardı! Ama ne TİP böyle bir partiydi, ne onun dışına taşan gençlik hareketi bir devrimci önderliğin altından kalkabilecek nitelikteydi… 12 Mart’a giden yolda çoğunlukla yanlış biçimde solun bölünmüşlüğünden dem vurulur. Mesele solun, sosyalist devrimci bir perspektife ve işçi sınıfı karakterine sahip bir devrim partisi olarak yapılanmamış olmasıydı. Bu yapılanma birliği de sağlayabilirdi; ama sadece birlikten doğru strateji ve örgüt ortaya çıkamazdı.

12 Martçılar katliamlarını itinayla ve alçakça icra ettiler. Sonradan başka analiz meraklısı faşistlerin diyeceği gibi “topluma bol geldiği söylenen” 27 Mayıs Anayasasını itibarsızlaştırdılar. Kendi evlerini, yani orduyu soldan temizlemek için çok titiz davrandılar. Ama Türkiye’nin bir bütün olarak sola kaymasını engelleyemediler. Ellerinde bir acil eylem planı vardı. Adamakıllı bir programın hazırlanabilmesi için emperyalist merkezlerin çok daha geniş ölçekli bir çalışma yürütmeleri ve Türkiye’nin ona entegre edilmesi gerekiyordu. Bu hazırlığın mutlaka gereken bir diğer unsuru olarak, yeni bir darbenin 12 Mart’tan yüz kat daha meşru algılanması sağlanmalıydı. Bütün bunlar neredeyse on yıl aldı. 12 Eylül 1980, tarihsel akışta bir antrakt oluşturan 12 Mart 1971’den farklı olarak tam anlamıyla bir karşıdevrimdir.

Antrakttan sonra toplumsal uyanış, en azından “kaldığı yerden” yola devam etmiştir. Öyle ki, Türkiye ilk kez işçi sınıfına gerçek anlamda sahada önderlik eden bir komünist parti atılımına sahne oldu. 1968-70’in öğrenci gençlik hareketi kitlesel bir devrimci demokrat dalga olarak yeniden şekillendi, kentleri kasabaları sardı. Mühendisinden hekimine, öğretmeninden yoksul köylüsüne diğer bütün emekçi kesimler örgütlü mücadelenin çekim gücüne kapıldı. Burjuvazinin egemenlik mekanizmaları, akademiden yargıya polise, “yönetememe krizinin” tipik işareti olarak dağılmaya yüz tuttu... Sınıflar mücadelesinin karşımıza çıkarttığı olanağı değerlendiremeyişimizin sonucu olarak yenilişimize kadar ülkemiz, daha önce ve sonra hiç olmadığı kadar umutla doldu.

Bugün çoğunlukla hatırlanan 12 Mart’ın bir kâbus olduğudur; ama bu kâbusun sabahında emekçi halkımızın aydınlık geleceğin esintisini hissettiğini eklememek eksik olur. Aydınlığın bu kez düzeni süpürüp atacak bir fırtınaya dönüşeceğine inananlar olarak, elli yıl öncesini acılarla değil o umutlu meltemle kavrıyoruz. Geçmişte “yapabilirdik.” Gelecekte mutlaka yapacağız.