O gün sabahın köründe, gün ağarmadan demek daha doğru, üniversite yerleşkesi silahlı güçlerce basılmış, o sıralar 6 bloktan ibaret öğrenci yurtları kuşatılmıştı.

Elli yıl geçmiş

Az buz değil. Zaman birimini değiştirip yarım yüzyıl ya da yarım asır da diyebiliriz. 

Hayır, herkesi etkilemiş, dolayısıyla aşağı yukarı herkesçe bilinen, bir hafta sonraki günden söz etmiyorum. Sözünü edeceğim, 5 Mart 1971’dir. O tarihte ODTÜ’de öğrenci, öğretim üyesi, emekçi olarak bulunanlar ile en azından onların yakınlarının unutamadıkları bir gündür bu. Sözünü edeceğim derken anlatmak istediğim ise sadece yaşadıklarımdan belleğimde kalanların bir bölümünü aktarmak. Politik değerlendirmelere olabildiğince girmemeye çalışarak…

O gün sabahın köründe, gün ağarmadan demek daha doğru, üniversite yerleşkesi silahlı güçlerce basılmış, o sıralar 6 bloktan ibaret öğrenci yurtları kuşatılmıştı. Silahlı güçler dediğim, herhangi bir paramiliter güç falan değil, basbayağı devletin kolluk kuvvetleri. Ankara İl Jandarma Alayına ve Nevşehir Jandarma Komando Taburuna bağlı askerlerle Ankara Toplum Polisinin elemanlarından oluşan çok kalabalık bir topluluğun görevlendirilmiş olduğu, daha sonra yazılıp çizildi, kitaplara geçti. Başbakan, o koltuktaki son birkaç günü yaşadığını bilmeyen Süleyman Demirel idi ve sonradan öğrendiğimiz baskın gerekçesi, iki gün önce geceyarısı o sıralarda yeni kurulmuş sayılabilecek THKO militanları tarafından Ankara yakınlarındaki NATO üssünden kaçırılmış 4 Amerikan askerinin bu yurtlarda tutulduğuna ilişkin bilgiler alınmış olmasıydı.

Rektör Erdal İnönü ile öğrenci birliği başkanı ve öğrencilerden birkaç temsilci alay komutanı ile görüşmüşler, üniversite yerleşkesinde ne kaçırılmış asker ne de silah depoları bulunduğunu söyleyerek bazı önerilerde bulunmuşlardı. Ama komutanın “Devlet pazarlık yapmaz!” yanıtı ile karşılaşmışlardı.  

Eski masal yahut söylence anlatımlarına benzeterek “Mübalağa cenk olundu!” desem, abartının dozu kaçmış olur ve gerçekçiliğin çok uzağına düşeriz. Nedeni besbelli: Taraflar arasında güç dengesizliği biraz önceki anlatımlarımızdan ortaya çıkmış olmalı. Ayrıca, çatışma sonrasındaki aramalarda altı üstü üç beş tabanca ele geçirilmişti öğrenciler tarafında. 

Ben altı yurdun en son açılan altıncısında kalıyordum. Dolayısıyla, olup biteni anlatabilecek durumdayım. Ama başka bir görgü tanığına başvursam daha iyi olabilir. O sıralarda üniversitenin inşaat mühendisliği bölümünde öğrenci olan ve yurtta kalan, sonraki yılların tanınmış romancılarından Mehmet Eroğlu yazmıştı, bazı satırlarını aktarıyorum: “(…) Askerler, araçlarından inmiş, sürünerek yurtları kuşatıyorlardı. Ateş açmalarına kadar seyrettik askerleri. (…) Aynı anda art arda üç ses duyduk. İnce bir tık, güçlü bir tok ve tiz, madeni bir ses. Bir mermi pencereden camı dağıtmadan girmiş, koridorla odaları ayıran duvarı delip, odadaki ranzanın madeni köşebentini yarmıştı. Saçlarımız diken diken kendimizi yere attık. (…) Herhangi bir yönden gelen kurşunun önünde , yaklaşık 40-45 cm tuğla duvar vardı, ama bu kalınlık makinalı tüfek kurşunlarına vız geliyordu. Nasıl oldu da ölmedik halâ şaşarım. (…) Saçılan ateş o kadar şiddetliydi ki yurtların cephelerindeki betonarme perdenin ardındaki kalorifer boruları mermi isabetiyle parçalanmış ve ortalığı sise benze bir bulut kaplamıştı. (…) Sonra ateş altında insanların kolay kolay ölmediğini de acı bir deneyle öğrendik. Yakılan onbinlerce mermiye rağmen sadece bir kişi öldü.” 

Aslında daha sonra bir jandarma eri ile yerleşkeye yakın MTA’nın olanlara seyir bakan bir personelinin de kaza kurşunuyla öldüğü açıklanmıştı, ama Eroğlu’nun sözünü ettiği Şener Erdal adında Sivaslı bir öğrenciydi. Şener bizim yurdun çatısında vurulmuştu. Haber yayılınca bir tereddüt oluştu; çünkü yaylım ateş devam ediyordu. Ateşin biraz hafiflemesiyle birlikte birkaç kişi her zaman kullanılan derme çatma tahta merdivenin yardımıyla çatıya çıktık. Düz bir çatıydı ve benim çakıl taşı sandığım bir malzeme ile kaplıydı. Bizim çocuk biraz ötede sırt üstü yatıyordu. Emekleyerek yanına sokulduk. Başından vurulmuştu. Aşağıdaki odaların birinden getirilmiş battaniyeyi yere serip çocuğu üstüne yatırdık. Sonrasını tam olarak hatırlamıyorum. 

O görüntüden belleğimde kalmış iki ayrıntı var hâlâ: Şener’in başından duman çıkıyordu sanki. Bir de, çakıl taşlarının üstüne dağılmış küçük küçük beden parçalarını ellerimizle toplayıp battaniyenin üstüne koyuyorduk. Sonraki yıllarda o görüntü ne zaman aklıma düşse, en değerli oyuncağı kırılmış ve onarılır umuduyla kırılan parçaları ağlaya ağlaya toplayan çocuklara benzediğimizi düşünmüşümdür. 

Sonunda hepimizi “Devrim” adı daha yeni yazılmış stadyumda, futbol alanının ortasında topladılar. Silahlı askerler çevremizi sarmıştı. Derken, alanın dışında, yeni kullanıma açılmış kapalı spor salonuna doğru iki sıra dizilmiş siyasi şube görevlilerinin arasından geçirirken aramızdan tanıyabildiklerini seçip ayırarak kalanları salona doldurdular. Orada ertesi sabaha kadar tutulduğumuzu hatırlıyorum. Bir de şunu: Stadyumdaki görüntümüzü hep daha sonraki yıllarda seyrettiğim filmlerdekine benzetmişimdir. Özellikle de Costa Gavras’ın 1982’de Cannes Festivalinde Yılmaz Güney’in “Yol” filmiyle büyük ödülü paylaştığı ve Şili’deki kanlı darbe sonrasında gazeteci oğlunu arayan bir Amerikalının öyküsünü anlatan “Kayıp” filminde seyrettiklerime. O dönem, başta Latin Amerika’dakiler olmak üzere çeşitli yerlerdeki ABD kökenli ya da destekli operasyonların ortak özellikleri arasına stadyumların bu tür kullanımına ilişkin görüntüleri de katmak çok mu saçma olur, bilmem.

***

En sonunda serbest bırakıldık ve yurtlardaki odalarımıza dönebildik. Benim kayıplarım arasında dolabımdaki çeşitli “muzır neşriyat” vardı; belki de bu deyimi kullanmamak gerekir, çünkü resmi jargona girmesi daha sonradır. Ders kitaplarım falan yerinde duruyordu. Buna karşılık, şiirlerimi yazdığım defter de öteki zararlı yayınlar arasında götürülmüştü. Benzer bir durum yaklaşık 10 yıl kadar sonra, bir sonraki askeri darbe sırasında da başıma geldi. Bu kez evli barklı bir adamdım ve evimde “karakol kuran” kolluk güçleri ekibi bir 10 yıllık ürünümü daha alıp götürdüler. Ne var bunda, güvenlik işleriyle görevli yurttaşlarımızın şiire düşkün olmaları kötü bi şey mi, denebilir. Kötü değil ama, onlar tek kopyaydı haliyle, öyle bir şiir düşkünlüğünün edebiyatımıza neye mal olduğunu düşünememeleri nasıl bağışlanabilir!

Yeniden 5 Mart’a dönelim. Gerçi artık 5 Mart’ı geride bırakmış durumdayız, üniversite kapatılmış, ardından “süresiz kapatma” kararı ve yurtta kalanların da kapı dışarı edilmesi gelecek. Kuşkusuz, yapılan bütün aramalarda ne silah depoları bulunabildi, ne kaçırılan askerler, ne başka kaçaklar. Zaten, kaçırılan Amerikalı askerler serbest bırakılarak 8 Mart geceyarısına doğru Kavaklıdere semtindeki evlerine dönmüşlerdi. 

Birkaç gün daha geçti. 1970 yılı Ekim ayının son üç gününde IV. Büyük Kongresi’ni yaparak genel başkanlığa Behice Hanım’ı getiren Türkiye İşçi Partisi’nin genel merkez binasının altında buluşma, bekleme ve avarelik yeri olarak kullandığımız bir kıraathane vardı. Günlerden 12 Mart, vakitlerden öğle idi. Türkiye radyolarının ortak haberlerinden genelkurmay başkanı ile 4 kuvvet komutanının bir muhtıra verdiklerini, düzenin işlerinin böyle gitmeyeceğini ve yeni bir hükümet kurulmasını bildirdiklerini öğrendik. Demirel daha o zaman ün kazanmış, ileriki zamanlarda da kaptırmamak için ne mücadeleler verdiği şapkasını alıp gitti; siyasi muarızlarınca hep öyle yapmakla eleştirilirdi. Yerine anlı şanlı bir hukuk profesörü geldi, kendi deyişleriyle “özgürlüklerin üstüne bir şal örtüldü.”

O sırada değil elbette, epey sonraki aklımızla, bunun 1970 yılının 15-16 Haziran günlerinde gücünü fark eden ve açıkça gösteren Türkiye işçi sınıfına, düzenin sadece 9 aylık gecikmeyle verdiği bir yanıt olduğunu değerlendirebildik.

***

İki yılı aşkın bir süre sonra, 11 Eylül 1973’te bizden çok uzak bir ülkede, Şili’de, yine ABD ile içli dışlı bir generaller çetesi tarafından darbe yapıldı. Komünistlerle birlikte davranarak halkın oylarıyla seçilmiş cumhurbaşkanı sosyalist Allende’nin, çok gecikmiş de olsa direnirken, başında miğferi omzunda tüfeği ile fotoğraflarını gördük en son. “Benim şairlerim”den biri olan Ülkü Tamer’in, 1973’ün sonlarına doğru olabilir, “Allende için” başlığını taşıyan bir şiiri yayımlanmıştı. 

Buraya aktaracağım da, hep merak etmişimdir, acaba Demirel bu şiirin son iki dizesini çıkarıp atması karşılığında kimselere kaptırmamak için kahramanca çaba gösterdiği şapkasını ona vermeyi önermiş olabilir mi? Keşke bu soru Ülkü Tamer’e sağlığında sorulmuş olsaydı…

Öğren bu adları, unutma:
Augusto Pinochet, 
Gustavo Leigh,
Jose Toribino,
Cesar Mendoza. 
Unutma bunların hiçbirini.

Korurlar özgürlüğü, demokrasiyi,
Sonradan bombalayabilmek için.
Yakıt yerine dolar kullanırlar uçaklarında.
Villaları vardır,
Pıhtıdan yapılmış kasalarıdır ülkenin;
Yüzme havuzları vardır,
Gizli bir kambiyo gibi çalışır;
Yurttaş dedikleri kimseler vardır,
Onların acılarından içki damıtırlar,
Onların buğdayından gül yetiştirirler,
Altın kemikler bekler hepsi,
Unutma bunların hiçbirini.

Şapkasını bırakıp olduğu yerde
Onurunu alıp giden Allende’yi unutma.