Açlık ortaya çıkınca, bütün öteki sorunlar önemini yitirir. Haliyle sadece dinsel masallara esinini vermez, toplumlardaki radikal değişimlerin -devrimlerin- de fitilini ateşler. 

Ekmek ve devrim

Eski Ahit’in Exodus -Çıkış- kitabı eski Mısır’daki bir kıtlık hikayesi ile başlar. Yiyecek bulma umuduyla bolluk içinde yaşayan Mısır’a gelen Peygamber Yusuf rüya yorumculuğu ile ünlenmiştir. Firavunun rüyasını yorumlayarak bir büyük kıtlığın Mısır ülkesine de yaklaşmakta olduğunu haber verir, tahıl stoklamasını önerir. Kıtlık gerçekleşince yorumu nedeniyle ödüllendirilir, saraya “baş danışman” atanır. Hikâye böyle…

Biz de binlerce yıl sonra tarih öncesi çağları insanın karnını doyurma biçimine göre sınıflandırdık. Paleolitik dönemde avcılık ve toplayıcılıkla doyuyordu. Neolitik dönemde tarımsal faaliyet ve yerleşme ortaya çıktı. Besin ihtiyacının büyük çoğunluğunu tarımsal ürünlerle karşılandı; “ekmek davası”nın başlangıcıdır. O muhteşem başlangıçta insan henüz kendisinin doğanın efendisi olduğu kuruntusuna kapılmamıştı. Doğanın sillesini yemiş, bilinci soğuk, kuraklık, sel, yangın, susuzluk ve açlıkla bilenmişti çünkü. 

İnsanın doğa ile en eski mücadelesinin yansımasıdır bunlar. Tarım toplumu doğanın gelgitlerine karşı korunaksızdır. Bu çaresizliğin dinde karşılık bulmaması düşünülemez. Kıtlık ve açlık, insan soyunun en büyük korkularından biridir. Bu nedenledir ki sadece dinde değil tıpta, psikolojide, tarihte, edebiyatta, sosyolojide, felsefede, siyasette, sanatta, müzikte istisnai bir karşılığı vardır. Serol Teber’in deyişiyle bir tür “toplama kampı sendromu”na yol açar. Açlık ortaya çıkınca, bütün öteki sorunlar önemini yitirir. Haliyle sadece dinsel masallara esinini vermez, toplumlardaki radikal değişimlerin -devrimlerin- de fitilini ateşler. 

İzlerini sürüyoruz. XV. Louis, 18. yüzyılın başında, kötü hava koşullarının neden olduğu kıtlığı atlatabilmek için tahılları ülkenin dört bir yanından toplayıp Paris’te depolamaya karar verdi. Gaspa dayalı bu stokçuluk nedeniyle hükmettiği topraklarda her gün binlerce insan açlıktan öldü. Ünlü Fizyokrat Turgot -rüşvet yoluyla- maliye genel müfettişi olunca, 1770’de, tahıl fiyatlarını ve satışını serbest bıraktı. Açlıktan ölenlerin sayısını “makul” bir düzeye çekmek istiyordu. Ancak mali reform girişimleri ayrıcalıklı sınıf ve tabii kilise tarafından engellendi. Ama o arada bıçak kemiğe dayanmıştı. Ülkede karışıklıklar baş gösterdi, yağmacılık karnını doyurma usulü haline geldi. Açlık da çatışmalar da çok sertti, Paris’te 17 günde 180 çatışma yaşanmıştı. Meşhur “un savaşı”dır. Bir teze göre Büyük Fransız Devrimi’nin başlangıcıdır. Esası ekmek kavgasıdır. 

Piyasa toplumu, emekçileri açlık tehdidiyle çalışmaya ikna eder. Çalışmayanın aç kalacağı denklem toprağın insana düşman edilmesiyle mümkün olmuştur. Ekinine el koyduğunuz çiftçi aç kalır, nedeni bu kadar basittir. Dolayısıyla kapitalizmin tarihi aynı zamanda kıtlığın ve açlığın tarihidir. 

***

1891'de Rusya’da 2 milyon insan öldü. Sebebi Moskova’nın askerlerini beslemek üzere halkın elindeki tahıllara el koymasıydı. Ekim Devrimi’nin kapısını da gaspa dayalı bu kıtlıklar araladı.

Ancak devrimden sonra da açlık hemen ortadan kaldırılamadı. 1921’de kıtlık ve açlık Rusya’yı kasıp kavuruyordu. Açlık nedeniyle ot, ağaç kabuğu ve kemirgenleri yiyen Ukrayna köylüleri kış bastırınca bunları da bulamadılar. O açlık döneminden geriye inanılması güç hikayeler kaldı. Biz ise yaşanılanları büyük şairimiz Nâzım’dan biliyoruz. 

“Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
Bunlar!
Yürüyen parçaları o kurak toprakların!
Kimi kemik dizlerine vurarak yuvarlak bir karın taşıyor!
Kimi deri… deri!
Yalnız yaşıyor gözleri!
Uzaktan simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman başlı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri, gözbebekleri!”

Nâzım, “Açların Gözbebekleri” şiirini 1922’de yazdı. Şair o gözbebeklerini sanıldığı gibi Anadolu’da değil Moskova yolunda görmüştü. Şöyle anlatıyordu o günleri: “Batum’dan Moskova’ya gelişte açlık mıntıkasından geçtik. Gördüklerim üzerimde çok tesir etti. Fakat böyle bir açlığın dahi inkılâbı yıkamayacağını haykırmak istedim. Moskova’da hece vezniyle ve bu veznin çeşitli hece kombinezonlarıyla açlığa dair bir şiir yazmak istedim, olmadı. O zaman Batum’daki şiirin şekli geldi gözümün önüne. Bunun çok iyi tanıdığım Fransız serbest vezni olamayacağına, her nedense kanaat getirdim, bunun yepyeni bir şey olduğuna ve şairin böyle dalgalar halinde düşündüğüne hükmettim ve Açların Gözbebekleri’ni yazdım.” Yani bizim şiirimiz Ekim Devriminin ilk yıllarındaki açların gözbebeklerinden doğmuştur. 

Devrim, Nâzım’ın dediği gibi o fırtınaya dayanmayı başardı. Ancak açlığın yarım bıraktığını aç gözlülük tamamladı.

***

2. Dünya Savaşı’nda açlık bu kez Avrupa’nın kapısını çalmıştı. ABD ordusu, müdahil olduğu savaşta neyle karşı karşıya olduğunu anlamak istiyordu. Açlık deneyi, bunun tek yoluydu. Görevi Minnesota Üniversitesine verdiler. Pek çok gönüllüyle işe koyuldular. Deneklere az yemek veriyor, çok efor sarf etmeye zorluyorlar, bilinçli olarak yemek dükkânlarının önünden yürütülüyorlardı. Deneklerden üçü bu yürüyüşlerden sonra ayrıldı. Geriye kalanlar ciddi kilo kayıplarının yol açtığı psikolojik ve fizyolojik sorunlar yaşamaya başladı. Saçları döküldü, elleri ayakları şişti, kansız kaldılar, üşüdüler, depresif ve huzursuz oldular. 

Yarı-açlık döneminde yemek, gönüllüler için bir takıntıya dönüşmüştü. İnsanlar sürekli yemeklerden konuşuyor, yemek kitapları okuyor, birbirleri ile yemek tariflerini paylaşıyorlar ve yüksek kalorili yemekler ile ilgili fanteziler kuruyorlardı. 
Deneyin psikolojik etkileri de gözlemlenmiştir. Katılımcılar oldukça depresif bir ruh haline bürünmüştü. Kaygı düzeyleri artmıştı ve eskiden olmadığı kadar çabuk sinirleniyorlardı. Geriye kalan deli gözbebekleridir!

***

Bizim son kıtlığımız da aynı yıllara rastlıyor. İktidar Dünya Savaşına büyük bir kıtlığın ortasında yakalanmıştı. Savaşa girileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. 1941 Şubat’ında tahıl stoklarına el koydu. Bir yıl sonra büyük şehirlerde ekmek karneye bağlandı. 1946’da ekmek karnesi uygulaması kaldırılana kadar sıkıntı devam etti. 

İsmet İnönü, ülkeyi savaşın dışında tutmasının bu açlığı unutturacağını sanıyordu. Ama halk o açlığı hiç unutmadı. Demokrat Parti döneminin kapısını aralayan o kıtlık ve açlık dönemidir.

***

Konumuz değil ama “açlık grevlerini” anmadan geçmek olmaz. Açlığı bir protesto biçimine dönüştürmek, hele hele açlıkla ölmeyi göze almak insanın kendine yönelik en sert eylemidir. Sanırım bu açıdan intihardan önce gelir. 

***

Ekmek karnesinin kaldırılmasından 75 yıl sonra AKP'li Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, zamlı satmaya başladığı ekmek için fakir vatandaşlara “ekmek karnesi” dağıttı. Böylece bu kartı taşıyanlar ekmeği zamlı tarife olan 1 lira 25 kuruş yerine 1 liraya alabilecekti. Fakat bir benzerini iktidar partisinden olmayan İstanbul Belediyesi yapmaya kalkışınca yasakladılar. 

Malum, “askıda ekmek kampanyası” başlattılar. Ekmek bulamayanlar için kıyıya köşeye ekmek bırakıyorlardı. Sonra bunun açların varlığını kabul etmek anlamına geldiğini fark ettiler, askıyı kaldırdılar. Artık askıda ekmek yok. Kaldı ki “askıda ekmek”, sadakanın en sefil halidir ve giderek daha sefil insanlar ister. Yani ekmek davasını da piç ettiler böylece.

Darlanmalarının sebebi düzenlerinin çatırdadığını hissetmeleri. Demek istiyorlar ki toplumdaki düşkünlüğü biz icat ettik, onlara sadakayı da ancak biz verebiliriz. Neden? Çünkü sadaka dağıtmanın arkasında bir patronaj mekanizması saklı. Sadaka verip oy devşiriyorlar. Haliyle bunlara yoğun bir dinselleşme eşlik ediyor. Esası insanı bozma, toplumu çürütme hareketidir. 

***

Açlık kapıda. Ekmeğin etrafında kopan fırtınanın esası bu. Öyle askıya ekmek bırakarak falan çözülebilecek bir sorun da değil üstelik. 

“Ekmek bulamıyorsanız zenginleri yiyin…” Yıllar önce göstericiler Avrupa’nın bir ülkesinde duvara yazmıştı bunu. Bu yazının da özetidir: Açlık tuhaf fikirlere yol açar, ortalık devrim kokar!