Çocuklarımızın, bilişsel ve duyuşsal gelişimine önem veriyorsak, aklını ve vicdanını kullanıp bilinçli davranmasını istiyorsak, hemen bugün, şimdi, yürürlükte olan eğitim sistemini değiştirmemiz gerekiyor. 

‘Eğitim’ olmazsa asla! 

Boşuna “Bir musibet, bin nasihatten hayırlıdır” dememişler. Virüs musibeti de, görmezden gelenlerin gözüne sokarak ve duymazdan gelenlerin de kulağına küpe olarak, gerçekleri görmelerine ve duymalarına yardımcı oluyor. Virüs, (hiç istenmediği halde) yayılmasını sürdürdükçe, görmezden ve duymazdan gelmekte inat edenleri de etkiliyor. Bir bakıma Victor Hugo’nun, “Musibet, zekayı eğitir” sözü gerçekleşiyor.

Örneğin virüs olayı nedeniyle, pek çok insan her işin başında ‘eğitim’ olduğunun ayrımına varmış bulunuyor. Son 2-3 ayda yaşadığımız ve bizleri çoğunlukla şaşırtan hemen her olay, eğitimle ilişkilendirilebildiğinden, eğitimin önemini anlamamızı da kolaylaştırıyor.   

Bizleri şaşırtan olaylar genelde, olayla ilişkili gerçekleri bilmemekten, gerçeklerin ayrımına varamamaktan, bildiklerini kullanmamaktan, gerçeklere aldırmamaktan, durumu sağlıklı olarak irdeleyip çözümleyememekten, ne yapmak istediğini bilememekten, yapılacakların nelere yol açacağını kestirememekten, aklını ve vicdanını devre dışı bırakmaktan kaynaklanıyor. Ve de bu yetersizliklerin hepsi büyük ölçüde kişinin eğitim durumuyla ilişkili oluyor. Örneğin virüs salgınıyla ilgili olarak, sokağa çıkma yasağı olan Türkiye’de sokağa çıkanlar olurken, sokağa çıkma yasağı olmayan ülkelerde insanlar sokağa çıkmıyorsa, aradaki bu davranış farkının, insanların bilinç düzeyiyle ilişkili olduğunu düşünmek yanlış olmuyor. 

Kişilerin bilinç düzeyi ise genellikle kişinin bilişsel ve duyuşsal gelişim düzeyiyle paralellik gösteriyor.
 
Biz eğitimi, dini konuların ezberleterek öğretilmesi gibi, bilimsel konuları da ezberleterek öğreteceğimizi sanıyoruz. Ezberleyerek sözgelimi A’yı ve B’yi öğrenen kişi, sınavda A ve /ya da B ile ilgili soru geldiğinde yanıtlıyor yanıtlamasına da, A ile B’yi ilişkilendiren bir soruda ise genelde ne yapacağını bilemiyor. Sınavlardan sonrasında ise ezberlediği A’yı da B’yi de kolayca unutabiliyor. Bu durum, ister istemez öğrencilerin bilişsel düzeylerinin gelişimini engelliyor. 

Kişinin bilişsel düzeyi- bildikleri sınırlı ise, gerçeği algılaması da, kavraması da, gerçeğe uygun (bilinçli) davranış göstermesi de kolay olmuyor.

Bu virüs olayı, açık ve net bir şekilde, kimimizin “virüs” konusunda zerre kadar bilgisi olmadığını gösteriyor. Anımsayanlar vardır. Yıllar önce AİDS olayı çıktığında da benzer durum yaşanmıştı. Televizyon ekranlarında, “AİDS’ten korkmuyor musun?” sorusuna delikanlılar(!) içinde “Biz Türk’üz, bize bir şey olmaz” diyenler pek çoktu.

Virüs olayında da benzer bir durum yaşanıyor. Biri “Camiye virüs girmez” derken, bir başkası virüsten korunmak için “Eve kapanacağına dua et” diyor. Yine bir başkası, kalabalıklara karıştığını belirtmek üzere, “Metroya da bindim, pazara da gittim virüs mürüs bulaşmadı” diyebiliyor. Kimi virüs bulaşmış olsa da, karantinadan da hastaneden de kaçmaya çalışabiliyor. Kimileri virüs bulaşmış kişilere ziyarete gidebiliyor. Bu tür sözleri dile getirenlerin, düşünenlerin ve davrananların önemli bir bölümünün az-çok öğrenim görmüş kişiler olmaları da, ayrıca dikkat çekiyor. 

Kişi, virüsün ne olduğunu bilmeyince, anlayamayınca, kavrayamayınca, onun nelere mal olacağını da bilemiyor; ne kendi sağlığını ne de çevresindekilerin sağlığını düşünebiliyor. 

Bırakın az-çok öğrenim görmeyi, yükseköğretim görmüşler bile benzer davranışlarda bulunabiliyor. Virüs salgınını bile bile, örneğin Umreye gidilmesine, Umreden gelenlerin evlerine gönderilmesine, okullar tatil edilmişken spor karşılaşmalarına ve Cuma namazına izin verenler de çıkıyor.

Yükseköğretim görsün görmesin, bürokratların bu tür davranışları, bilişsel ve duyuşsal düzeyleriyle ilişkili olabildiği gibi, başka faktörlerin etkisiyle de olabiliyor. 

Eğitim sisteminde piyasacı ve gerici iktidarların işine gelen eğitim-öğretim süreçlerine yer verilince, insanların gerçekleri öğrenmesi, duyduklarından ve gördüklerinden gerçeği yakalaması ya da sorgulayarak gerçeğe yaklaşması kolay olmuyor. Eğitim-öğretim süreçlerinde yaratılış düşüncesine ve söylenegelen (nakli) bilgilere ağırlık verilince, öğrencinin kendisine söylenenlere inanması kolaylaşıyor, akli /bilimsel bilgiler değerini yitiriyor. Eğitim-öğretim süreçlerinde evrim kuramından uzaklaşılması, bilime, bilimselliğe ve sanata önem verilmemesi, kişinin düşünmesini, sorgulamasını ve eleştirmesini güçleştirdiği gibi, düş kurmasını da yaratıcı olmasını da, virüsü, mutasyonu, değişimi anlamasını da zorlaştırıyor; bilmediği konularda gerçeği öğrenmesini ise neredeyse imkansız hale getiriyor. 

Bu durumda kendi sağlığına önem vermeyenler de artıyor, başkasının sağlığına önem vermeyenler de. Son yıllarda çocuğuna aşı yaptırmayan aile sayısının on binleri geçmesi bundan kaynaklanıyor.   

Başkalarının sağlığını düşünme noktasında, kişinin gerçeği bilmesinin dışında, duyarlı olması gereği de ortaya çıkıyor. Duyarlı olma konusu ise bizim eğitim sistemiyle ilgili bir başka önemli olumsuzluğu gündeme getiriyor. Bu olumsuzluk eğitim sistemimizin insanımızın duyuşsal gelişimini, sağduyulu –vicdan sahibi olmasını sağlayıp sağlamamasıyla ilişkili oluyor. Eğitim-öğretim süreçlerinde, günaha-kadere-öbür dünyaya verdiğimiz önemin onda birini bile güzel sanatlara vermeyince, duyuşsal gelişim de sınırlı kalıyor. 

Çocuklarımızın, bilişsel ve duyuşsal gelişimine önem veriyorsak, aklını ve vicdanını kullanıp bilinçli davranmasını istiyorsak, hemen bugün, şimdi, yürürlükte olan eğitim sistemini değiştirmemiz gerekiyor. 

[email protected]