Üç aylık karantina döneminin sıkıntıları, ısınan havaların kitleleri kapalı ev mekanları dışına itmesinin etkileriyle de "eğilimleri mutlaklaştırma" davranışına yeni öznel tercihler eklenmiş durumdadır.

Eğilimleri mutlaklaştırmak

Geçtiğimiz haftasonu, başyücenin "içine sinmediği" için sokağa çıkma yasağı iptal edildi. Ortaya çıkan kucak kucağa manzaranın "beyefendinin" içine sinip sinmediğini, sinmediyse bundan bir sorumluluk duyup duymadığını bilmiyoruz. Ama şimdiye kadar hiçbir konuda siyasi bir sorumluluk üstlenmediğini, sadece suçüstü durumlarında keskin bir viraj almak gerektiğinde "yanılmışız, Allah bizi affetsin"den ibaret, millete değil ama "öbür dünyaya" yönelik bir nedamet (pişmanlık) kıpırtısı gördüğümüzü biliyoruz. Ama bunlar hiçbir zaman gerçek nedametler de olmadı, her birinden "Allah'ın lütfu" sayılan yeni fırsatlar çıkarıldı.

Şimdiki Covid-19 salgınından da, eğer kuvvetli bir ikinci dalgaya neden olunmazsa, gene bir fırsat çıkarma peşine düşüleceğinden emin olabiliriz. Salgına karşı çok başarılı bir mücadele verildiği hikayeleri zaten epeydir tedavüldedir. Kaldı ki ikinci dalga çıkarsa bile suçlanacak kesim bellidir: Vatandaş (veya "bir kısım vatandaş"!) uyarılara kulak asmamıştır!..

Şimdi burada bir ayraç açıp vatandaşın davranış biçimlerine değinelim. 

Birincisi, geniş kitleler son üç ay içinde ya çalışmaya (yani ekmeği sağlığa yeğlemeye) mecbur kalmışlar ya da kapanan işyerleri ve işsiz kalan geniş kitleler bakımından bu seçeneklerden ikincisine gönülsüzce zorlanmışlardır. Genelde çalışmak durumunda kalan sanayi ve maden işçilerinin sağlık koşullarını iyileştirmek bakımından işveren gereğini yapmamış, AKP iktidarı da kural koyma/denetleme görevlerini savsaklamıştır.

İkincisi, Türkiye'de AKP devleti halkın geçim koşullarını tahrip eden bir dizi kısıtlayıcı karar alırken, şiddetli bir istihdam krizi patlak verir ve işsizlik/ gelir erozyonu belaları hanehalklarını vururken, onların geçim düzeylerini güvenceye almak için kolunu bile kıpırdatmamıştır. Düne kadar 260 milyar TL'yi bulduğu söylenen yardımın sadece 11,5 milyarı (yüzde 4,4'ü) işsize ve yoksul hanelere aktarılmıştır. (Bu desteğin 6 milyar tutarındaki bölümü 4,5 milyon çalışana giderken, 5,5 milyarının da 4 milyon yoksula gittiği söylenmektedir). Damat Albayrak'ın dün (8 Haziran) açıkladığı 20 milyarlık ek destek paketi de sadece şirketler kesimine yani sermayeye yöneliktir.

Emek kesimine yapılan desteklerde bile sorunlar vardır: (i) Bu ödenekler bütçeden değil, İşsizlik Sigortası Fonu'ndan yapılmaktadır. Dolayısıyla, yeni olan ve sadece 441 milyonda kalan Nakdi Ücret Desteği dışında, bir sigorta fonunun olağan işleyişine girer. (ii) Bu tür Fonların işleyiş mantığı, olağan dönemlerde prim toplayıp, kriz dönemlerinde muslukları açmaktır. (Otomatik istikrar fonu işlevi). Oysa Fonun 132 milyarlık bakiyesini harekete geçirmek asla iktidarın gündeminde değildir. (iii) Her üç destek ödeneğini kişi başına ayrı ayrı oranlarsak, ödenen ortalama Kısa Çalışma Ödeneği için 1573 TL'dir (oysa asgari 1750 TL düzeyinde olması gerekirdi); Nakdi Ücret Desteği 504 TL'dir, oysa 1168 TL olmalıydı); İşsizlik Ödeneği 1.235 TL'dir; oysa, bu ödeneğin asgari düzeyi bu kadardır! Sonuç: Kişi başına ortalama ödenek tutarları yasal tutarların altındadır. Bu sorun acaba çözülecek midir? Ne yazık ki, DİSK dışındaki işçi sendikaları konfederasyonları ne İşsizlik Sigortası Fonu'na sahip çıkmakta, ne de herhangi bir temel emek geliri veya aile sigortası kavramını savunmaktadırlar.

Üçüncüsü, eğilimleri mutlaklaştırma güdüsünün tüm toplum kesimlerini kavrayacak biçimde oldukça yaygın olmasının doğurduğu sorunlardır. Bilgi açığıyla da doğrudan orantılı olarak, başlamış süreçlerin çok uzun olmayan belirli bir vadede nihai sonucuna ulaşmış olacağı algısı çok kolayca yerleşebilmektedir. 

Bu konuda bir deneyimimi paylaşayım. 1990-91 yılında AÜ SBF'de Maliye Bölümü dördüncü sınıf öğrencilerine Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) dersi vermekteydim. (Evet, bir zamanlar böyle bir derse konu olabilecek kadar önemli bir KİT sektörümüz vardı). Türkiye'de özelleştirme 1986'da başlamış, ancak 1989'da Çimento Fabrikalarının bir Fransız KİT'ine satılması dışında dişe dokunur bir gelişme olmamıştı. Gürültüsü çoktu ama uygulama (açılan davaların da etkisiyle) ilerlemiyordu. İlk derste bir tartışma açtım ve öğrencilere "KİT'leri özelleştirme programının neresinde olduğumuzu" sordum. Ortaya çıkan baskın görüş, özelleştirme sürecinin çoktan tamamlanmış olduğu doğrultusundaydı!! Oysa bırakın 1990 yılını, 2002'de bile KİT özelleştirmesinin boyutu bugün ulaşılan toplamın yüzde 12'sine ancak ulaşabilmişti!

Üç aylık karantina döneminin sıkıntıları, ısınan havaların kitleleri kapalı ev mekanları dışına itmesinin etkileriyle de "eğilimleri mutlaklaştırma" davranışına yeni öznel tercihler eklenmiş durumdadır. İktidardaki karar alıcıların (?) bunların ne kadar farkında oldukları kuşkuludur. Kaldı ki, günlük enfekte olan sayısının önce binin altına, sonra da 700'lere inmesi, elbette bu arada ekonominin sıkıştırması, iktidar çevrelerinde de bu eğilimi mutlaklaştırma davranışına güç vermiş gözükmektedir. Birkaç gün içinde günlük bulaş sayısının yeniden 900'ün üstündeki banda yerleşmiş bulunması, Haziran'daki tam açılıp-saçılmayla bunun tekrar binin üzerine çıkma olasılığının belirmesi, yeni alarm işaretleridir.

Buna bir de, azgelişmiş kültürlerde virütik hastalara bile "geçmiş olsun" ziyaretinde bulunmayı, virüsten ölenlerin cenazesine topluca katılmayı, Umre'den dönenlere el öpme ziyaretleri gerçekleştirmeyi, düğün/dernekten vazgeçmemeyi ve buna benzer bir sürü toplumsal ritüelin sağlık kaygılarının önüne geçmesini eklerseniz, resim tamamlanmış olur.

Türkiye ikinci dalgaya hazır mı?

Bir: Sağlık sistemi bakımından. Burada ilk dalgadaki "rahatlığın" bulunamayacağı koşullar oluşabilir. Hastanelere daha kitlesel başvuruların yolu açılırsa o çok övünülen sağlık sistemi yetersiz kalır. Türkiye'de 10 bin nüfusa düşen hastane yatak sayısı bakımından 2002'de 24,8'den 2018'de ancak 28,3'e çıkılabilmiştir. (Sağlık Bakanlığı, Sağlık İstatistikleri Yıllığı, 2018, s.119-24) Bu da, özelleştirme programlarıyla hasta yatağı sayısı son 40 yılda üçte bire düşerek çökmüş durumdaki ABD (28), İtalya (32), İspanya (30) ve Birleşik Krallık (25) ortalamalarındadır. Ayrıca, önemli kayıplar veren ve çok yoğun bir çalışma ve özveri döneminden çıkan sağlık çalışanlarının yorgunluğunu dikkate almadan "salgınla başetme" programında başarı sağlanması mümkün olmayabilir. Bu arada yazlıkçıların ve tatilcilerin sağlık altyapısı çok yetersiz olan sahil beldelerine akın etmekte olduğu düşünülürse, ikinci dalgayı karşılama koşullarının ilkbahar aylarından çok daha çetrefil olacağını tahmin etmek güç değildir. (Bu arada Sağlık Bakanlığı'nın Kovid-19'dan ölenlerin 65 yaş altındaki çalışan grupta yoğunlaşmasıyla Türkiye'nin başka ülkelerden ayrıştığı yönündeki ilk açıklamaların son zamanlarda değiştirilerek, ölenlerin yüzde 93'ünün 65 yaş üstü grupta olduğunu açıklaması da ciddi bir güven sorunu yaratmaktadır).

İki: Toplum psikolojisi ve kentsel çevre bakımından yeni bir eve kapanma döneminin başlatılması olanağı tüketilmiş olabilir. Toplum psikolojisini etkileyen önemli bir neden de Türkiye'de iklim ve sağlıksız mekan/kent koşullarıdır. Yeşil alanları yok edilmiş kentler, insanları dar alanlara sıkışmaya mahkum etmektedir. Bunlar illa AVM'ler değildir; onların dışındaki nefes alma yerlerinin de son derece daraltılmış olmasıdır. 

Üç: İstihdam krizi bakımından. Ekonomiyi Mayıs'tan itibaren yavaşça, Haziran'dan itibarense hızla açmanın temel nedeni, ekonomik krizin çok çeşitli boyutlarıyla (şiddetli ekonomik küçülme, aşağıya giden ihracat, istihdam krizi, şirketler kesiminde önemli tahribat, vb.) vuruyor olmasıdır. Ama bunların içinde siyasi ve sosyal sonuçları bakımından en sert vuracak olanı, şiddetli bir deprem etkisindeki işsizlik ve istihdam krizidir. İstihdam krizi sadece işsiz sayısının  katlanmasından ibaret değildir; işsiz kalmayanların da önemli gelir kayıplarına uğramaları, çalışma koşullarının kötüleşmesidir. Bunun doğrudan türevi de bir sosyal kriz olacaktır.

İstihdam krizi o kadar şiddetlidir ki, sosyal destek programlarını takviyeyi düşünmeyen iktidar açısından ekonomiyi açmaktan başka seçenek kalmamıştır. Bu nedenle, şimdiye kadar örtük bir biçimde uygulanan "kısmi sürü bağışıklığı" yönteminin, artık açıkça uygulandığı bir döneme geçilmiştir. Umarım bundan sonra işimiz dualara ve hocalara kalmaz.