“Bal tutanın parmağını yalaması” özlü anlatımında dile getirilen yolla sınıf atlamanın örnekleri ise hemen her dönemde var olmuştur; şimdiki dönem de istisna oluşturmuyor kuşkusuz.

Egemenler ile yöneticiler

İki sözcüğün anlamları arasındaki farklar ve ilişkiler üzerinde duralım. Biraz da, buradan yola çıkarak, gündemdeki başlıklar ile onlarla ilgili figürlerden bazılarına bakmaya çalışalım.

İlk bakışta iki sözcüğün çok yakın anlamlar taşıdığı düşünülebilir. Büsbütün yanlış sayılmaz. Egemen olan yönetir. Doğru, ancak, egemen olanın yönetmesi, egemenlerin yönetici olduğu, yöneticilik denilen işi bizzat yaptığı anlamına gelmez; en azından, her zaman, her durumda böyle olmaz. Egemen olanlar, bazen ya da çoğu zaman, yöneticilik işini bu adı, unvanı taşıyan kişilere yaptırırlar. Özellikle, egemenleri sınıfsal düzeyde ele alıyorsak, böyledir. İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayanan toplumsal-iktisadi düzenlerde, egemen olan toplumsal sınıf ya da sınıflararası ittifaklar, ülke yönetimini, bunun gerektirdiği ve yakın çağlara yaklaştıkça oldukça karmaşıklaşmış yönetim işini doğrudan doğruya kendileri yürütmek yerine, bu işte şu ya da bu ölçüde uzmanlaşmış kişilere bırakırlar; onların yapıp ettiklerini gözlemekle, çeşitli biçimlerde denetlemekle yetinirler; daha doğrudan müdahalelere ise ancak gerekli gördüklerinde başvururlar. 

Bu ilişki sırasında, yöneticilerin göreli bir özerklik yahut bağımsızlık içinde bulunmaları, bunun derecesinin artıp azalması ve biçimlerinin farklılıklar göstermesi mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde, bu ilişkiler genellikle böyle bir gerçekleşme içinde oluşurlar. Fakat, egemen sınıf ile yöneticilerin çıkarları ve davranışları arasında bazen yorumlayanların “yönetici sınıf” deyişini kullanarak bu ikincileri bir toplumsal sınıf düzeyine yükseltmelerine yol açan bir çatışma görünümü ortaya çıksa, hatta düpedüz çatışmalar yaşansa da, son çözümlemede, egemen sınıfın tercihleri belirleyici olur.

Öte yandan, özellikle kapitalizmin geç ortaya çıkıp görece daha geri bir gelişme düzeyine ulaşabildiği toplumlarda ve ülkelerde, hem merkezi hem de yerel yöneticilik konumlarında yer alanlar arasından egemen sınıfa katılmalarını sağlayacak derecede “palazlananlar” da çıkabilir. Sokak jargonu sayılabilecek bir biçemden kaçınarak söylenirse, bizim dilimizdeki “Bal tutan parmağını yalar.” atasözünde dile getirilen sürece benzer bir beceri gösterebilen yöneticilerin sınıf atlamaları da görülmemiş değildir. Buna kapitalizmin son aşaması emperyalizm çağındaki ilkel sermaye birikiminin biçimlerinden biri denebilir. Her ne kadar, Marx ilkel birikimi kapitalizmin tarih öncesine yakıştırmışsa da, böyle demekte bir sakınca yoktur. Son aşamasındaki can çekişen kapitalizmin ömrü o kadar uzun sürmüştür ki, çoktandır ilerleyemediği ve kendi tarih öncesine döndüğüne benzer bir saptama hiç de yanlış görünmemektedir.

***

Bu noktada bir iki güncel değinme uygun olabilir.

Biri dışarıdan olsun, uzaklardan. Bir iki haftadır ülkemizdeki siyaset yorumcularının da epeyce çenesini yoran ABD başkanlık seçimlerindeki iki aday, yukarıda değindiğimiz egemen sınıf ve yönetici “sınıf” mensupluğu konusunu, aynı sahnedeki iki yarışmacıda cisimleştiriyordu bir bakıma. Adaylardan şu anda başkanlık koltuğunda oturanı, “en zengin 500 kişi” türü listeler içinde yer alan, geçmişinde hiç kamu görevi, dolayısıyla herhangi bir düzeyde yöneticilik ve siyasetçilik deneyimi bulunmayan, süzme bir kapitalist idi. Öbürü ise, neredeyse tam tersine, gedikli bir yönetici ya da siyasetçi “sınıf” mensubu olarak tanınıyordu. Dört yıl öncesine kadar sekiz yıl boyunca ABD başkan yardımcılığı yapmış, toplam olarak kırk yedi yıllık bir siyasetçi idi. Hatta, şu anda başkan olan sermayedar, geçen seçim öncesinde bu kaşarlanmış politikacılara olan kızgınlığı ve Amerikalıları o tiplerden kurtarma kararlılığı ile siyasete atılmaya karar verdiğini anlatıyor; üstelik, pek çok Amerikalı emekçinin de ilgisini ve oylarını toplayabiliyordu.

İkinci bir güncel değinme de kendi ülkemizden.

Bizdeki kapitalist sınıfın genel eğiliminin de kendi mensuplarını doğrudan ülke yönetimine ve siyasete göndermek yerine, daha çok, siyasetçiler arasından seçme yaparak uygun bulduklarını şu ya da bu biçimde ve çoğu kez gizli, bazen de açık biçimde desteklemek olduğu söylenebilir. Bunun en bilinen örneği, cumhuriyet döneminde ortaya çıkarak serpilip gelişmiş, böylece cumhuriyetin “simge” kapitalisti olmuş ailedir. Şimdi üçüncü kuşağın, torunların elindeki bu ailenin “kapitalist imparatorluğu”nun kurucusunun, tek parti döneminin tek partisine yakınlığını gizlememekle birlikte, daha çok ikinci yolu seçtiği ve varislerine öğütlediği hep söylenegelmiştir. O kadar ki, sağ olsaydı, son zamanlarda Fenerbahçe kulübünün başkanlığını ele geçiren en küçük toruna kesinlikle izin vermeyeceği bir söylenti olarak ortalıkta dolaşmaktadır. Bu kadarı çok fazladır gerçi; ama, bizdeki iktisat tarihi anlatılarında cumhuriyetin “devlet eliyle kapitalist yaratmak” biçiminde tanımlanan iktisadi politika aracından olabildiğince çok yararlanma alışkanlığının bir gereği olarak da anlaşılabilir.

“Bal tutanın parmağını yalaması” özlü anlatımında dile getirilen yolla sınıf atlamanın örnekleri ise hemen her dönemde var olmuştur; şimdiki dönem de istisna oluşturmuyor kuşkusuz.

***

Bizim kurmayı amaçladığımız, tasarladığımız, hayal ettiğimiz yeni dünyadaki gelişmiş toplumda ise sömürücü sınıfların, onların doğrudan ve dolaylı yollarla destekleyip yönlendirdikleri yöneticilerin bulunmayacağı kesindir. Bu kesinliğin bir sonucu da halkın iktidarının, yönetiminin de diyebiliriz, toplumsal üretimin ihtiyaç duyduğu iş ve uzmanlıkların dışında ayrı bir meslek grubu olarak politikacıların yerine farklı emekçi katmanların temsilcileri olarak yasa yapıcı meclise gönderilecek yeni tip siyaset insanlarını ortaya çıkarması olacaktır. Aslında bunlara siyasetçi demek de pek uygun görünmeyecektir. Toplumsal işbölümündeki işlevlerini tümüyle terk etmeden, geçici olarak görev yapmak ve görev süreleri dolduktan sonra yeniden asal işlevlerine geri dönmek üzere yasama meclisine gelecek; üstlendikleri işi gereğince yapmamaları durumunda kendilerini seçip oraya gönderenlerin kararıyla sürelerinin dolması beklenmeden geri çağrılabileceklerini bilen halk temsilcileri… 

Bir de tümüyle ayrıntı olsa bile, şöyle bir görüntünün hoşluğu: Bugüne kadar ve bugün olduğunun tersine, “lâcileri çekmiş” erkeklerle sayıları çok daha az “tayyörlü” kadınların oluşturdukları, en küçük fırsatta birbirinin boğazına sarılan bir kalabalığın yerine, her biri toplumsal üretimin içinde üstlendiği işlevi yansıtan tertemiz ve düzgün giysileriyle toplantı salonunun sıralarını doldurmuş, önceden yaptığı bireysel ve kolektif hazırlıklarına dayalı olarak gündemin her maddesine katkılar yapmaya odaklanmış, değişik alanlardan emekçi halk temsilcileri…Zaman zaman meclis salonlarının konuk sıralarından, ama her zaman yaşanan ve çalışılan yerlerden onları izleyen halkın kendisi…

Hayal mi? Şimdilik öyle. Ancak, insan emeğinin hiçbir ürünü, hayali kurulmadan gerçeğe dönüşmez. Bunu biliyoruz.