Teknik kısmı bir yana bırakalım. Bizi daha çok ilgilendirmesi gereken iki bakanın birbirlerine yönelttikleri eleştirileri alt alta koyduğumuzda hiçbirinin temelsiz olmadığı hususu. Örnekler verelim...

Ege bir mavi deniz…

2020 yılının Eylül ayında ilk kez soL’da bir yazım yayınlandığında bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevinmiştim. Daha sonra aralıklı yazılar, söyleşiler derken deyim yerindeyse ayağım alıştı ama her hafta yazma perspektifini hiç düşünmemiştim. Sonunda o müjde de geldi, kapımı çaldı.

Yazmak yabancı olduğum bir eylem değil. Ellerinde kadehle kokteylden kokteyle dolaşan bir takım lafazan insanlar diye tanıtılan, Monşer diye aşağılanmaya çalışılan kadın erkek diplomatların asıl işidir zaten yazmak. Eski mesleğimde en gözde övgülerden biriydi “kalemi kuvvetli” olmak. Kimi zaman uzun uzun yazıp mesajları satır aralarına gizlemek, kimi zaman kısa ve vurucu cümlelerle ülkeyi yönetenlere ya da bulunulan ülke makamlarına mesajını açık şekilde iletmek.

En son söyleneceği en başta söyleyeyim: Ben bu köşede her hafta ismimin önüne konulan “Emekli Diplomat” nitelemesinin yarattığı beklentiye de uygun olarak dış politika ağırlıklı yazılar kaleme almayı ancak salt bu alanla da sınırlı kalmamayı planlıyorum. Günlük bir haber sitesinin bekleyeceği gibi günceli kovalamak ama bu mengeneye sıkışıp “esas”ı ıskalamamak niyetindeyim. Bana göre “esas”, dış politikanın neyin türevinden ibaret olduğu sorusunun yanıtında gizli. 

Bu “esas” üzerinde durmadan dış politika yorumlayan, ağırlıkla latince veya teknik terimler kullanarak dış politikayı sanki kuantum fiziği benzeri “avam”ın anlayamayacağı bir şeymiş gibi anlatan kimi uzmanlara yönelik bir eleştiri olarak algılanmasını istemem ama dış veya iç politikayı sınıf çatışması kavramından bağımsız, salt bazı kişi veya devlet yapılarının kapris ve eylemlerinden etkilenen olgularmış gibi ele almanın yanıltıcı bir yaklaşım olduğundan da kuşku duymuyorum. Ola ki, kimi yazılarımda, 29 yıllık meslek refleksleriyle ben de aynı tuzağa düşer, diplomasiyi Türkiye ve dünya emekçilerinin gelecek kaygılarının üzerinde renksiz, kokusuz, cinsiyetsiz bir tonla anlatmaya kalkışırsam, soL okuyucusunun beni uyarmaktan geri durmayacağına da güveniyorum.

Bu uzun girişin ardından gündeme merhaba demek gerekiyor sanırım. Geçen yılın önemli bir bölümünde Doğu Akdeniz’le oyalanmıştık. Sonra bir de baktık ki, gündem gemisi Kuzey’e doğru hareketlendi ve Ege’den geçerek, Marmara üzerinden Karadeniz’e çıktı, sonra yeniden Batı Trakya açıklarında bir yerde durakladı.

Sözde “ezber bozmak” ama aslında “Rabbena hep bana” şiarıyla ilerlerken salt iç ve dış politikada değil, ekonomide de taş üstünde taş bırakmayan, bu yolla Hazinenin kasasını kurutan ve artık muhasebe ayarlarını bir sonraki haftayı da şirkete haciz gelmeden çıkartmaya sabitlemek durumunda olan, bu yüzden de bütün umutlarını Washington’dan gelecek telefon ile AB’den gelecek fonlara bağlayan akepe iktidarı için büyük beklentilerle başlayan Yunanistan Dışişleri Bakanı Dendias’ın ziyareti, Türkiye ve Yunanistan burjuvazisinin tarihsel reflekslerini yakından bilenler için hiç de sürprizli olmayan ama dramatik yönü hayli güçlü bir finalle sonuçlandı.

Basın toplantısına “kardeş kardeş” ifadelerle başlayan iki Bakan, bir noktadan sonra birbirlerine diplomasinin sınırlarını zorlayacak cümlelerle ateş etmeye koyuldular. Kuşkusuz Dendias hazırlıklı gelmişti ama Çavuşoğlu’nun yanıtları gecikmedi.

Diplomasi tekniği bakımından, bu tür ziyaretlerde basın toplantısı yapılıp yapılmayacağının, soru alınıp alınmayacağının ve iki tarafın ne söyleyip söylemeyeceğinin müzakereler sırasında belirlenmesi gerekirdi. Görüntüden anlaşılan ya bunun yapılmadığı ya da bir tarafın içerde varılan mutabakata uymadığıdır. Teknik kısmı bir yana bırakalım.

Bizi daha çok ilgilendirmesi gereken iki bakanın birbirlerine yönelttikleri eleştirileri alt alta koyduğumuzda hiçbirinin temelsiz olmadığı hususu. Örnekler verelim:

- Çavuşoğlu: “Siz mültecileri denizde Türkiye’ye ittiniz."

Doğru mu? Gerek göçmenler konusunda çalışan STK’lar gerek kimi AB kurumlarının tespitine göre kesinlikle doğru. Yunan Sahil Güvenlik güçleri bunu neredeyse her gün yaparak çoluğu çocuğu denize dökmekten çekinmiyorlar.

- Dendias: “Siz geçen yıl Mart ayında yüzbinlerce göçmeni otobüslere doldurup Yunan sınırına yığdınız."

Doğru mu? “Yok efendim aslında bu bir iç turizm hareketiydi, göçmenler kendiliklerinden hareketlendiler” tarzında açıklamalara inanacak zeka seviyesindeki yaşam formlarını bir yana bırakırsak, bu da kesin olarak doğru ve kendisini insan olarak tanımlayan her bireye aile boyu yetecek bir utanç kaynağı.

- Çavuşoğlu: “Batı Trakya müftü seçimlerine, oradakilerin örgütlenme özgürlüklerine ve kendilerini nasıl tanımlayacaklarına  karıştınız. Bu yüzden AİHM’nde üç kez mahkum oldunuz ama bu kararları da uygulamadınız.”

Doğru mu? Elhak doğru. Yunanistan’ın bu konudaki sicili berbat ötesi… İyi de biz Patrikhane seçimlerine hiç karışmadık mı? İstanbul’da, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumları türlü gerekçelerle, mallarına ve kimi zaman da canlarına kastederek kovalayıp sayılarını kelaynak seviyesine indirmedik mi? Geçelim efendim, çok da şey etmeyelim şimdi.

- Dendias: “Ama onlar Lozan’a göre Müslüman, Türk değil. Zaten siz de Ayasofya ve Kariye’yi cami yaptınız."

Birinci önerme doğru mu? Kağıt üzerinde belki ama 2020 yılında kimin kendisini hangi isimle tanımlayacağına sen mi karar vereceksin? Batı Trakya’daki Müslümanların ezici çoğunluğu kendilerini Türk olarak tanımlıyor. Üstelik kendilerini Pomak olarak tanımlayanların ilkokullarında bile Yunan Hükümeti’nin onayıyla Türkçe eğitim veriliyor. Peki tapınak fethine dair ikinci önerme yanlış mı? Hiç değil. Ülke salgından kırılırken yüzbinleri oraya toplayıp, kavuklu bir devlet memuruna kılıç kuşandırıp, minberin tepesine çıkartmadık mı?

Emperyalizmin çıraklığı konusunda rekabet içindeki Türk ve Yunan burjuvazilerinin kendi halklarına karşı işledikleri suçları içeren bu liste uzayıp gider. Buradan Türk ve Yunan emekçileri için aydınlık bir sonuç da çıkmaz. Burjuvazi bu günahlarını kavuk veya külahın altına saklayamadığında, mavi-beyaz ya da kırmızı-beyaz örtülerin altına gizlemeye çalışır. Şunu da hatırlatalım Ortodokslukta da, Müslümanlıkta da günah çıkartma pratiği yoktur, her ikisi de bu meseleyi ahirete havale ederler. 

Şimdiden söyleyelim de sürpriz olmasın: Ülkelerinin ve bölgelerinin kaderini bir gün mutlaka ellerine alacak olan Türkiye ve Yunanistan’ın emekçileri kendilerine karşı işlenen bu suçların hesabını sormak için muhayyel bir öteki dünyayı beklemeyeceklerdir.