“Dün dündür, bugün bugündür.” deniyor herhalde. Sanırsınız ki artık Türkiye’nin paralel evreninde yaşıyoruz. Ortalık Cennet bahçesi. Kadın cinayetleri mi dediniz? Olur mu öyle şey? Çocuklar mı? Aile içi şiddet mi? Farklı cinsiyet kimliği yönelimlerine karşı fobiklikler mi? Eziyet, zorbalık mı? Pardon, bayım burada öyle şeyleri bilmeyiz biz. Burası Türkiye’nin paralel evreni ve elbette ki böyle sözleşmeler artık gereksiz. Elbette, ne sandınız yaşadığımız bir gül bahçesi… 

Dur!

Duracak olan biz değiliz, hayır. Biz devam edeceğiz. Sarı bir Temmuz sokak aralarından üstümüze üstümüze akarken kulağımızın dibinde bitmeyen bir vızıltı, aynı şarkıyı biteviye söyleyip duruyor. Ağustos böceklerinin sesi huzur verir oysa. Yaz ortasının en demlenmiş sıcaklarında olduğumuzu hatırlatır sürekli. Kulağımızın dibindeki hiç kurtulamadığımız bu ses ise bezdirici, öfkelendirici, can sıkıcı, yapışan bir sivri sinek gibi vızıldayıp duruyor.

Kadın cinayetlerinin ayyuka çıktığı, şiddetin, zorbalığın, sapkınlığın gündelik yaşamın bir rutini haline getirildiği (evet, geldiği değil getirildiği çünkü nedenleri saymakla bitmez, çünkü bu şiddet türü başka şiddet türlerinin sonucu ve türevleri)  bu dünyada ve dahi ülkemde eldeki tek tük mücadele dayanaklarının da işlevsizleştirilmesini geçtim; ortadan kaldırılmasına yönelik adımlar atılmaya başlanması inanılır gibi değil. 

İstanbul Sözleşmesi’nin resmî adı, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan, hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde. 

Nahide Oğuz Davası’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde 2009’da karara bağlanmasıyla ilk defa bir ülke, aile içi şiddet nedeniyle mahkûm oluyor. Nahide Oğuz’un defalarca şiddet kullanmış eşine karşı savcılığa başvurduğu halde korunmaması ve her defasında saldırganın kanıt yetersizliğinden bırakılması ya da para cezasıyla kurtulması sonucu canlar yanıyor. Mahkemeye taşınan dava sonucunda ise aile içi şiddet AİHM tarihinde ilk defa “kadına karşı ayrımcılık” olarak niteleniyor ve “aile içi şiddetin esas olarak kadınları etkilediğine ve Türkiye’deki genel ve ayrımcı adlî pasifliğin aile içi şiddeti teşvik eden bir atmosfer yarattığı” ifade ediliyor. 

Türkiye’den kadın örgütleri ve aktivistler pek çok emek veriyor. Nihayetinde “toplumsal cinsiyet” kavramının tanımını yapan ilk uluslararası sözleşme özelliği  taşıyor İstanbul Sözleşmesi.  Kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olduğuna işaret ediyor. Sözleşme İstanbul’da imzaya açılıyor ve onun için kısaca İstanbul Sözleşmesi adıyla anılıyor. Türkiye sözleşmeyi imzalayan ve onaylayan ilk ülke. Evet, evet… Altını çizelim. 2011 yılında meclisteki tüm partiler tarafından oybirliğiyle onaylanıyor ve mevcut hukukî düzenlemelerin yetersizliğinden söz ediliyor ve Türkiye’nin sözleşmenin hazırlanması ve sonuçlandırılmasına öncülük ettiğinden dolayı onur duyulduğu ifade ediliyor iktidar partisi sözcüleri tarafından. 

Şimdi mi? 

“Dün dündür, bugün bugündür.” deniyor herhalde. Sanırsınız ki artık Türkiye’nin paralel evreninde yaşıyoruz. Ortalık Cennet bahçesi. Kadın cinayetleri mi dediniz? Olur mu öyle şey? Çocuklar mı? Aile içi şiddet mi? Farklı cinsiyet kimliği yönelimlerine karşı fobiklikler mi? Eziyet, zorbalık mı? Pardon, bayım burada öyle şeyleri bilmeyiz biz. Burası Türkiye’nin paralel evreni ve elbette ki böyle sözleşmeler artık gereksiz. Elbette, ne sandınız yaşadığımız bir gül bahçesi… 

Diğer evrende ise sözleşmeye dahil olmayan ülkeler gerekçe gösterilerek “bana ne, bana ne, ben oynamıycam.” diye mızmızlanılıyor. Hoş, imza atmakla işin bitmediğini  geçtiğimiz 9 yıllık süreçte gördük ya, yine de “İstanbul Sözleşmesi işletilsin!” şiarı çok gerçek, çok yakıcı ve bir ölçüde caniler için caydırıcı… Ancak son derece doğal olması gereken, kendiliğinden akması gereken, zaten öyle olur ki denilen her şey bir hak mücadelesine, dişe diş bir ölüm kalım kavgasına dönüşmüyor mu, daralmamak, umutsuz olmamak mümkün değil. Peki, dişle tırnakla kazınmış, bedeller ödenmiş her bir kazanımı böyle böyle elde tutmanın imkânı var mı? 

Yazıyı şöyle bağlayalım, bakınız amacı yalnız ve yalnız amacı şundan, aşağıya aldığım bölümden ibaret… Ama biliyoruz ki aslında bir bütünlüğün ufacık bir tezahürü bir yandan da. Onun için hazmedilemiyor, onun için düşman belleniyor, onun için türlü bahanelerle geri çekilmek isteniyor. 

Hani amacı şu mesela İstanbul Sözleşmesi’nin: 

“1. a. Kadınları her türlü şiddetten korumak, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak,

b. Kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınların güçlendirilmesi yolu dahil, kadınlar ve erkekler arasındaki temel eşitliği teşvik etmek;

c. Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet mağdurlarının korunması ve bu mağdurlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politikalar ve tedbirler geliştirmek;

d. Kadınlara yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırmak amacıyla uluslararası işbirliğini teşvik etmek; 

e. Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddeti ortadan kaldırmak üzere bütüncül bir yaklaşım benimsemek amacıyla etkili bir işbirliğini sağlamak için kuruluşlara ve kolluk kuvvetlerine destek ve yardım sağlamaktır. 

2. Sözleşme hükümlerinin taraflarca etkili bir şekilde uygulanmasını sağlamak amacıyla işbu sözleşme özel bir izleme mekanizması kurar.”

Peki, neden bu kadar korkuluyor? Neden?