O günlerde kimin kimden daha marjinal ve sanatçı olduğunun en eğlenceli kriterlerinden biri de, kimin daha 'deli' olduğu idi. Delilik büyük mertebeydi, en güzel iltifat sözcüklerinden biriydi. Deliye her gün bayramsa, bu okul her haliyle en güzel bayram yeriydi. Bu şenlikli kalabalıkta, eline su dökülmeyecek deliler listesinin tepelerinde, çılgınlık mertebesini kimsenin tartışmadığı Kâmil Tekbaş vardı.   

Dünyanın Tekbaş’ı

Çok farklı bir dünya vardı o ana caddeden girilen bahçe kapılarının ardında, o büyük pencereli devasa binanın içinde... Hele binanın ardındaki denizin üzerine yayılmış o rıhtım; dünyanın geri kalanından koparılmış bir cennet parçası gibiydi. 

Oltasını kısmetine sallayanlar, iğneye takılanları pişirmek için mangalın ateşini harlayanlar, balığa haksızlık etmemek için köpeköldüreni aynı beş litrelik galonlardan yudumlayanlar…

Önce Güzel Sanatlar Akademisi, 1980 askeri darbe ve YÖK sonrası Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi…

Önce askeri iktidarın, ardından liberal hükümetlerin söndürmeye çalıştığı (nihayetinde de başardığı) okulun son güzel dönemleri, son güzel kuşakları…

O günlerde kimin kimden daha marjinal ve sanatçı olduğunun en eğlenceli kriterlerinden biri de, kimin daha “deli” olduğu idi. Delilik büyük mertebeydi, en güzel iltifat sözcüklerinden biriydi. Deliye her gün bayramsa, bu okul her haliyle en güzel bayram yeriydi. Bu şenlikli kalabalıkta, eline su dökülmeyecek deliler listesinin tepelerinde, çılgınlık mertebesini kimsenin tartışmadığı Kâmil Tekbaş vardı.   

***

Ben 1985 yılında Resim Bölümü’ne girdiğimde o çoktan mezun olmuştu, fakat komik hikâyeleri halen ilk günün heyecanı ve hararetiyle dilden dile dolaşıyordu. Geçmiş zamanın ruhunu sonraki kuşaklara taşıyan ilginç karakterlerden, eski zaman halk hikâyelerinin modern kahramanlarından biriydi. Kantinde ne vakit uzun uzadıya bir geyik muhabbeti dönse, eski hikâyeler anlatılmaya başlansa, illa ki adı zikredilmeden, yaptığı bir muziplik anılmadan geçmezdi. Seksenli yılların başında diplomasını koltuğunun altına sıkıştırarak kendisini sokağa atan Kâmil Tekbaş gerçek ile hayal arasında tam bir şehir efsanesiydi. 

Hakkında en çok anlatılanlardan biri de, bu diploma konusundaydı. Tekbaş diplomaya yetmişli yılların başında üç kez üst üste şampiyon olan Galatasaray futbol takımının 11’ini tuvale aktardığı resimle çıkmıştı. Tablo Brian Birch teknik direktörlüğündeki Metin Kurt, Mehmet Özgül, Tuncay Temeller, Yasin ve Gökmen Özdenak’lı kadrosu ile futbol takımının ta kendisiydi. Bu kare dönemin Hayat Dergisi’nin ortasında verdiği, altısının ayakta, beşinin önde diz çökerek durduğu klasik takım posterinden birebir kopya edilmişti.

Bu tablonun bırakın yapılması, diploma resmi olarak profesörlere sunulması akademi tarihinde örneğine rastlanmayacak bir özgüvendi. Kendini toplumun elitleri olarak gören sanatçı kalabalığının karşısında hayli avam bir tutumdu ve buna Tekbaş’tan başkası katiyen cesaret edemezdi. Tablonun başına gelip bakan ilk hoca Adnan Çoker olmuş, önce dudaklarını pırtlatarak gülmüş, ardından yüzünü buruşturmuş, nihayetinde de gözlerini kısarak, yıllarca elinden “çok çektikleri” bu adamdan kurtulmak istercesine notunu vermişti:

- “Tamam geçer”     

***

Tekbaş böylelikle mezun olmuştu, ama hayaleti akademinin üzerinde dolaşmaya devam ediyordu. Kaldı ki mezuniyetinden sonra da arada bir okulu ziyaret ediyor, rıhtımda yaptığı şovlarla, okula yeni girenleri kendinden mahrum etmiyordu. Onun en çok anlatılan hikâyelerinden biri de burnuyla çaldığı kavaldı. Bir iddia üzerine başlamış hadise anlatılana göre. Kantinde toplanmışlar yine makara yapıyorlar öğrenciler aralarında, Tekbaş’ın da elinde bir kaval, Selçuk Alagöz Orkestrası’nda flüt çalacağım diye onunla antrenman yapıyor, üflüyor da üflüyor. Fırlamalardan biri de gaza getiriyor:

- “Kâmil hem kaval çalıp, hem de şarkı söyleyebilir misin?”

Tekbaş hiç lafın altında kalır mı, zaten yapamayacağı bir şey yok ki! Kavalı burun deliklerinden birine yerleştiriyor, oradan canhıraş nefes çıkarırken, öte yandan da o günlerde çok popüler olan “Neden Saçların Beyazlaşmış Arkadaş” şarkısını söylemeye uğraşıyor. Mucizevi bir biçimde beceriyor da… Tabi, etrafındakiler Tekbaş’ın orada durmayacağını bildiklerinden gazlıyorlar da gazlıyorlar: 

- “Çok süpersin Kâmil, bravo! Peki, hem şarkı söyleyip hem de çift kaval çalabilir misin?”

Efsaneye göre burnuyla ilk defa kaval çalanlardan biriymiş Tekbaş. Ondan evvel (TRT televizyonunun ilk yıllarında burnu ile kaval çalarak şov yapan kaval üstadı) Sadık Karadeniz denemiş, ama Tekbaş spor yaparken nefesini sürekli geliştirdiği için daha bir muvaffak olmuş. Bu hikâyenin doğruluğuna şahit oldum yıllar sonra. Tekbaş İstiklal Caddesi’nde karikatür çizdiği zamanlarda, kurduğu tezgâhı adeta bir sirk çadırına çevirerek hayli eğlenceli bir program hazırlıyordu. Hem ekmek parasını çıkarıyor hem sanat icra ediyordu; repertuardaki gösterilerden biri de buydu. 

***

Yine Tekbaş’ın efsane hikâyelerinden biri okula getirip, atölyeye ite kaka sokmaya çalıştığı bir at idi. Resim ve heykel atölyelerinin en yoğun mesailerinden biri de desen çalışmalarıydı. Önce birtakım nesnelerle başlanır, meyveydi sebzeydi derken çıplak insan modelleriyle bu faaliyet geliştirilirdi. 

Tekbaş bu ya! Bu konuda da bir değişiklik, bir cinlik yapmayı kafaya koymuş. Millet de zaten hep aynı şeyleri çizmekten bıkmış. O günlerde at bakıcısı bir arkadaşı var bunun, İstanbul’a yakın bir yerde yaşıyor. Konuşuyor ikna ediyor, “ben senin için bir at bulurum” diyor. Nitekim adam sözleştikleri günün sabahında akademinin bahçesine geliyor, elinde geminden tuttuğu bir at. Tekbaş ile birlikte önce atı kapıdan geçirerek salona alıyorlar. Sola doğru kıvrılarak üst kata çıkan merdivenlerden hayvanı çıkarırlarken millet toplanıyor. Hocaların kulaklarına gidiyor olay, merdivenin başında karşılıyorlar bunu. 

- “Kâmil bu ne hal, ne yapıyorsun?”

- “Hocam sıkıldım ya aynı modelden, arkadaşlar biraz da at çizsin dedim.” 

(Devam edecek)

Murat Beşer ([email protected])