Bu emekli amiraller olayı, eskiden sıkça sözünü ettiğim bir koalisyonun çoktan sona erdiğini bir kez daha göstermiş oldu.

Dünden bugünden kısa kısa

Hastaneden yeni çıkmış olduğum için şu emekli amiraller olayını iyi izleyemedim. Sönümlenmeye yüz tutarken yakalayabildiğim kadarıyla, komik denebilecek yanları oldukça fazlaydı. Az sayılmazdı, demek istiyorum. Böyle bir açıklama gerekli; çünkü, uzun bir süredir oldukça sözcüğü genellikle çok, çoktan da fazla anlamında kullanılır oldu. Oysa, yetecek kadar, az denemeyecek kadar anlamındadır. Sözgelimi, sevgisinin büyüklüğünü anlatmak isteyen birisi, sevgilisine “seni oldukça seviyorum” derse, ilişkinin sonu nereye varır? 

Az önce komik dedim, ama saçma ya da “absürd” sıfatını da eklemek gerekiyordu. Şimdi hangi ilde olduğunu unuttuğum tapu kadastro bildirisi örnek olarak verilebilir. Adalet sisteminin ne durumda olduğunun yeni bir göstergesi sayılabilecek yüksek yargı bildirilerinin yanı sıra bir ilin tapu kadastro müdürlüğünün de bu hain amiraller bildirisini telin ettiği haberler arasında yer alıyordu.

Bu arada, siyaset sahnesinin demokrasi cephesindeki en son yıldızı Asena hanımın partiler dışındaki yurttaşların siyaset yapmalarını “zevzeklik” diyerek ayıpladığını da eklemeden geçmiş olmayalım.

Dün elektronik kelepçe gibi yeni bir gelişme olmakla birlikte, birdenbire ortaya çıkıp hemen hemen aynı hızla perde gerisine çekilen bir olaydı, denebilir. Bildiri mi, duyuru mu, basın açıklaması mı, darbe hazırlığına ön hazırlık mı, yurtsever subaylara yeni bir kumpas mı neyin nesi olduğu pek de anlaşılamayan, aralarında yakın zamanlarda iktidar çevrelerinin günlerce övgüyle sözünü ettiği “mavi vatan” adı verilmiş kuramsal icadın sahibinin de bulunduğu bu emekli amiraller olayı, eskiden sıkça sözünü ettiğim bir koalisyonun çoktan sona erdiğini bir kez daha göstermiş oldu. On yıldan daha uzun bir süre önce “AkP-AsP” simgeleriyle yazıp durduğum bu koalisyon ömrünü doldurmuştur artık; çünkü, küçük ya da ikincil ortak durumundaki AsP bir yandan dışarı itilerek bir yandan büyük ortağa düpedüz iltihak etmesi sağlanarak işlevsizleştirilmiş ve bitirilmiştir. Hiç değilse “geçici bir sonuç” olarak bunu saptamak yanlış olmaz.

***

Ülkemizin nüfusuna oranla en çok olgu görülen ülkeler sıralamasında en yukarılara çıktığı ve sağlık işlerine bakan kişinin bu başarıdan nüfusumuzun tümünü sorumlu tuttuğu  korona salgınıyla ilgili olarak epeyce yazı yazdım; yazı dışında birçok değinmede bulunduğum da oldu. Uzmanlık bir yana genel kültür anlamında bile bilgimin çok kısıtlı olduğu bir konuda, elbette uzmanların aydınlatmalarından yararlanarak da olsa, yazmaktan kaçınamadım; çünkü, hepimizin canı yanıyordu. Her defasında, yanlış yapmaktan ya da herkesin bildiğini yinelemekten çekinerek yazdım. Bir daha yazmamaya karar vermiştim. Kararım hâlâ geçerli. Ama son kez doğrudan tanık olduğum bir durumu anlatacağım.

Üç gün önceydi. Beni son beş ayda iki kez ameliyat eden doktora kontrol amacıyla gitmiştim. Odasında birkaç dakika bekledim. İçeriye girer girmez homurdanırcasına söylendi: “Korona iyice azdı; durum berbat.” Bunda ne var, denebilir. Hemen hemen bütün doktorlarda bu tür tepkiler görülüyordur. Oysa, çok konuşmayan, benim “ağzından kerpetenle laf alınıyor” dediğim türden bir insandı. Kendi kişisel değerlendirmeme göre değil, ilgili uzman çevrelerin değerlendirmeleriyle çok iyi bir cerrah olmakla birlikte, konuşmaktan pek hoşlanmazdı. Daha önce de virüstü, salgındı ve benzeri muhabbet girişimlerimize hiç yüz vermemişti. Ama bu kez, daha “nasıl oldunuz, bir şikâyetiniz var mı” demeden, söze böyle başlamıştı. Üstelik devam etti; yaygın olarak kullanılan yanlış seçilmiş aşının işe yararlığı ve uygulamanın yavaşlığı hakkında atıp tuttu. Şaşırmıştım. Peki, ne yapmalıyız, yollu sorum karşısında ise şunu söyledi: Sakının, hatta saklanın. Sadece saklanın da demiş olabilir. Sakının sözünü ben ekliyorum belki de.

Sakınacağız. Bunun ortaklaşa yapılabilecek, bıktırırcasına yinelemekle iyi ettiğimiz sözcüklerle “örgütlü olarak” üstesinden gelinecek bir yolunu bulursak, ne iyi. Sadece bizde değil, dünyanın hemen her yerinde egemen olan bu alçak düzen başka çare bırakmıyor.

Halkımızın karamsar deyişiyle “sakınılan göze çöp batar” mı, onu da göreceğiz demektir.

***

Geçen hafta NEP’ten söz ederken ve bunu uzatılmış anlamındaki “prolonje” ekiyle başlığa taşırken, hem 1920’lerin ilk yarısındaki o dönemin başlıca özelliklerine değinmek hem de uzatılmasının yol açabileceği tehlikelere dikkat çekmek istemiştim. Şimdi, isteğimin bu ikinci bölümünü pek gerçekleştiremediğimi fark ediyorum. Aynı yazıda bu konuya bir iki kez daha dönebileceğimi de belirtmiştim. Bütün bir yazı olarak değil ama yazı bölümlerinden biri olarak dönmüş oluyorum. Diyeceğim, hakkımın tümünü kullanmış sayılmam; ileride kullanılabilecek bir aynı konuya dönüş hakkım kalmıştır umarım.

Çin’de olup bitenlerde, hemen bugünlerde değil, bugünlerle sonuçlanan daha eski zamanlarda olup bitenlerde, 1920’lerin Sovyet ülkesindeki yeni ekonomi politikasının ve onun uzatılmış biçiminin etkisi olmuş mudur acaba? Aynı soruyu, Vietnam’daki “doi moi”, sosyalist yönelişli piyasa ekonomisi yaklaşımı için de sorabilir miyiz?

Bunlar önemli sorular kanımca. Hatta, doğu Avrupa’da 1945’ten sonra ortaya çıkmış ve aşağı yukarı 45 yıl sürmüş “sosyalist ekonomi” deneyimleri için de aynı soruyu sorup yanıtlama çabasına girişmek yanlış ya da anlamsız olur mu?

Bence olmaz. İster salt akademik kaygılarla ister politik amaçlarla isterse de  her ikisini birleştirerek bu sorulardan yola çıkan incelemeler çok işe yarayabilir. Var mıdır böyle araştırmalar, bilmiyorum. Kendim yapabilir miyim? Buna da olumlu yanıt vermem mümkün görünmüyor. Ama genç araştırmacılar için önerilebileceği kanısındayım.

Bunları yazarken belleğimden, onun ücra bir köşesinden diyelim, çıkıp gelen bir anı kendini dayatıyor. Anlatmadan geçmem çok zor.

Ortak çalışmalar sırasında işleri zamanında ve hakkını vererek yetiştirmenin telaşından sıyrılmak ya da epeyce mesafe alındığını düşünmek mümkün olduğunda, genellikle, bir yarenlik etme, havadan sudan denebilecek muhabbetlere girişme ihtiyacı ortaya çıkar. İşte öyle zamanlarda, bundan kırk küsur yıl önce olduğuna göre, demek yetmişlerin ikinci yarısında gündeme getirip konuşmaktan hoşlandığımız bir konu vardı. Devrimden sonra ne olmak, ne yapmak, ne görev almak isteriz?

Konu ya da soru buydu. Öyle, aklımıza geldiğince, serbestçe konuşurduk. Kulakları çınlasın bizim Yalçın Hoca, “beni Moskova’ya büyükelçi yapın” derdi. Sonra da devam etmeden bir düzeltme yapardı: Aslında büyükelçi de değil, elçilikte boş zamanı fazla olan bir görev bulursunuz. Daha önce 1925-40 dönemini inceleme fırsatım olmuştu. Ama onun kadar önemli bir dönem daha var, onu incelemek isterim. Bol boş zaman, kitaptı, belgeydi, canlı tanıklıktı, yeterinden fazla kaynak… Bundan iyi araştırma ortamı mı olur? 

İncelediğim dediği döneme ilişkin çalışması önce “Endüstrileşme Sürecinin Temel Sorunları”, daha sonra uzun ve önemli bir giriş bölümüyle genişletilmiş olarak “Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu” başlığı ile yayımlandı. Bana sorulursa, bu genişletilmiş biçimiyle, onun başyapıtıdır. Bu arada, madem bu kadar uzattık, halkımız “oldu olacak, kırıldı nacak” der, şunu eklememe de izin verilir umuyorum: O ilk baskı yapılmadan önce, kendisi tarafından verilen “Sovyet Ekonomisinin Gelişimi” konulu dersi alan 20-25 kadar şanslı üniversite öğrencisinden biriydim ve üç arkadaş henüz kitap yayımlanmamış olduğu için daktilo edilmiş metni teksir makinesinde çoğaltarak sınıfa dağıtmıştık.

Bizim yarenliğimize dönersek, Hoca’nın çok önemli bulduğu ve incelemek istediği, belleğim beni yanıltmıyorsa, 1940’tan 50’li yılların ortalarına kadar olan dönemdi. 

Sonuç olarak, ne devrimi yapabildik ne de bizim Hoca tasarladığı incelemeyi gerçekleştirebildi. Her ne kadar devrimin yapılacağı kesin olsa da, pek çok başkalarıyla birlikte o inceleme, gereğine inanacak genç araştırmacılarımıza kalmış durumda artık. Üstlenenler çıkacaktır, kuşkum yok. Sözünü ettiğimiz, sınıflara sığdırılamayacak kadar çok öğrencisi olan bir hocadır.