Ay’a inmek, Mars’a çıkarma yapmak, galaksilerin arasında tur atmak bizi dönüp kendi gözlerimizin içine bakmaya zorlamıyorsa ne işe yarar?

Diyelim ki gittin Ay'a

Güneş sistemimizin artık yeni bir mesafe şampiyonu var: Farfarout! Astronomlar, Güneş'ten 140 astronomik birim (AB) uzaklıkta keşfettiler bu yeni cismi. AB, Dünya'nın Güneş'e uzaklığını temel alan, yaklaşık 150 milyon kilometre tutarındaki bir mesafe birimi. Yani bizim “Farfarot” 140 çarpı 150 milyon kilometre uzaklıkta. Bir başka deyişle bu cisim, Dünya – Güneş mesafesinin 140 katı uzaklıkta dolanıyor. En uzak kaya gezegen Plüton bile güneşin etrafında 39,5 astronomik birim uzaklıkta dönüyor. O kadar uzak...  

Farfarot adlandırması, keşfi Aralık ayında açıklanan bir önceki rekor sahibi Farout‘a bir selam niteliğinde. Farot da Güneş'ten yaklaşık 120 AB uzaklıkta dönüyor. Cismin Güneş çevresindeki bir turunu yaklaşık 1000 yılda tamamlayan bir cüce gezegen olduğu sanılıyor.

Yalnız sözünü ettiğimiz uzaklık rekorları, cisimlerin belli bir andaki konumlarına göre olan uzaklıkları. Yoksa yolu bir hayli eliptik olan gök cisimleri yörüngelerinin belli bir noktasında 140 AB’den daha uzakta bulunabilir. Sonrası hâlâ büyük bir bilinmez. Mesela bir cüce gezegen olan Sedna, 900 AB’den daha uzakta dolanıyor. Kaldı ki sınır orası da değil. Trilyonlarca kuyruklu yıldız barındıran devasa Oort Bulutu'nun iç sınırları yaklaşık 5 bin AB uzaklıktan başlıyor.

Akıllara zarar mesafeler demek bunlar. Güneş sisteminin dış sınırları iki ışık yılı ötelerde bitiyor. Sonra bize en yakın yıldız sistemi Alfa Centauri’nin sınırı başlıyor. O da bize yaklaşık 4,3 ışık yılı uzaklıkta. Saniyede 300 bin kilometre hızla gitseniz 4 yıl 3 ay sonra ulaşabilirsiniz demek bu. Ulaşabildiğimiz hız saatte 20 bin kilometre. Daha başındayız ve yolumuz çok çok uzun.

***

Önceki gün evimize en yakın iki gezegenden biri olan Mars’a bir uydu daha indi. Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi'nin uzay aracı Perseverance, Azim, mini helikopteriyle Mars’a iniş yaptı. Mars’ın Dünya ile uzaklığı Güneş etrafındaki yörüngesine bağlı olarak 55 milyon ila 400 milyon kilometre arasında değişiyor. 

Durup durup bu gezegeni hedef almamızın bir sebebi var. Venüs ilgi alanımızın dışında, çünkü atmosferi çok kalın, içindeki sıcaklık dayanılmaz. Merkür ön cephede Güneş’te kavruluyor. Dış gezegenler birer gaz bulutu. Geriye insan için ulaşılabilir sadece Mars kalıyor. Uydular gönderip duruyoruz, bir gün yüzeyine insan ulaştırmayı hayal ediyoruz. Keyfiyetten değil mecburiyetten.

Kaldı ki uydularla “evreni keşfetme” girişimimiz yeni değil. 1970’li yıllarda büyük bir heyecanla fırlatılan Pioneer ve Voyager adlı araçlar bugün hâlâ yollarına devam ediyor. Gaz devleri Jüpiter ve Satürn hakkındaki görüşümüzü bütünüyle değiştirerek ilerlediler. Voyager 1, dış gezegenlere selam çaktıktan sonra Dış Güneş Sistemi’ne yöneldi. 40 küsur yıllık yolculuktan sonra Güneş rüzgarlarının etkisini tamamen yitirdiği “heliopause” sınırına ancak ulaştılar. Gelecekte bir gün Güneş sisteminin dışına ulaşmaları umut ediliyor. Bir kazaya belaya uğramazlarsa tabii. 

Onlar ağır aksak Güneş sisteminin sınırlarına ulaşmaya çalışırken ayrıldıkları Dünya yıldızının etrafında saatte 105 bin kilometre hızla dönmeye devam ediyor. Güneş Samanyolu galaksisi etrafında saatte 828 bin kilometre hızla koşturuyor. Bu baş döndürücü hızla bile yörüngesinde tam bir tur atabilmesi için 225 milyon yıl gerekiyor. Milyarlarca yıldıza ev sahipliği yapan galaksimizin çapı 100 bin ışık yılı büyüklüğünde. Yine de kıyaslandığında küçük bir galaksi sayılıyor. Güneşimiz küçük cüce bir yıldız. Voyager’den baksanız Dünya’nın da çok mütevazı olduğunu fark edersiniz. Küçük, kayalık, sulak bir iç gezegendir. 

Yani evrenin ne bize ne Dünya adını verdiğimiz evimize ne onun etrafında döndüğü küçük parlak yıldızımıza aldırdığı var. Biz değiliz merkezi. Zaten insanlık ailesinin hiçbir tanrısı onun büyüklüğünü hayal edememiş bugüne kadar. Dinlerin Dünya merkezli inançlar olmasının sebebi bu. 

***

İslam’ın doğuşunda belirgin izler bırakan inançlardan biri şimdi silinmiş Sabiilik’ti. Anadolu’daki ibadethanelerinden biri, Ay tapınağı, 13. yüzyılda Harran’da hâlâ ayaktaydı. Moğollar işgal edince kentle birlikte tapınağı da yıktı. Halbuki Müslümanlar onları “kitaplı dinlerden” saymışlar ve dokunmamışlardı. Sabiiler gök cisimlerine taparlardı. Silinmiş olmalarına rağmen izleri “kitapta” belirgindir. Peygamber İbrahim’in yıldızlarla, Güneş’le ve tabii Ay’la ilgili muhasebesi meşhurdur. Sonuç itibariyle bütün “semavi” dinler yıldız tapımı inancının paltosundan çıkmıştır. Yıldızları, onların “en büyükleri” olan Güneş’i ve Ay’ı tanrı saymak anlaşılabilir bir şeydir. Kaldı ki Güneş, sistemindeki canlılar için gerçekten de tanrı rolündedir.

İddia odur ki bu tür inançların ortaya çıkmasında insanların hayatlarını kazanma biçimlerinin belirleyici bir etkisi vardır. Ay’a tapınanlar daha çok çobanlardı. Güneş’te tanrı görenler tarımla uğraşıyordu. Arap kültüründe Ay’ın baskın olması bu tarihsel toplumsal gelişmeyle ilişkilidir. Ay takvimi de, Kameri, bu yaşam biçiminden devşirilmişti.

Ancak zamanla çobanlığa dayalı yaşam biçimi değişti, inanç daha soyut bir biçime büründü. Yeni biçimin esası soyut bir “büyük ruh”a kulluktur. Bu da çobanlıktan medeniyete, kabileden devlete geçişe tekabül eder. Büyük ruha kulluk somut dünyadaki efendiye baş eğmenin provasıdır. Ruhçu “nefsi yok etmek” ister, asıl istediği insan kişiliğini yok etmektir. İnanç gönüllü kulluğun ve köleliğin yolunu açar, pekiştirir. Dünyevi kulluk sonsuza kadar değişmeyecek tanrı düzeni olarak görülmeye başlanır ki egemen sınıf açısından tadından yenmez. 

İnsanlık ailesinin çocuksu halleridir bunlar. Din konusu açılır açılmaz insan çocuksulaşır; Ay’a gidebileceğine, evrene hükmedebileceğine, bunun bir büyük ruhun isteğiyle olabileceğine inanır. Bu inanış insan merkezlidir üstelik. Evrendeki her şey ona göre düzenlenmiştir. 

Evrenin tanrısı aslında insanın tanrısıdır. Ancak inancın evreni ile bilimin evreni “farfarot”tur, birbirleriyle hiç karşılaşmaz.

***

Bilimin evrenini ise büyük Aydınlanmacılara borçluyuz. Nicolaus Copernicus, Giordano Bruno, Tommaso Campanella, Galileo Galilei, Gottfried Leibniz ve tabii Isaac Newton’dur kurucu babaları. 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 18. yüzyılın başında biten, esasında ortalama bir yüzyıllık bir harekettir bu. Bruno’nun ufukta parıldayan ve yıldızlarda yazılı olan büyük sihirli dönüşüm konusundaki inancını Campanella da paylaşıyordu. Öncü Bruno, güneş merkezliliğini Hermetik devriminin merkezi olarak ilan etmiş, kilisenin düşüşünü veya yenilenmesini tetikleyecek olan bir işaret haline getirmişti. Giordanisti’lere göre, güneş merkezlilik sadece bir teori değildi, yeni bir Hermetik ütopyaydı. Bir dalganın üzerinde geldiler ve birbirlerine tutunarak bir dalga yarattılar. Dinin ve onun yeryüzündeki “bekçisi” kilisenin yol açtığı koyu karanlıkta, bugün bize pek de anlamlı gelmeyecek işaretlere tutunarak Dünyamızı ve evrenimizi aydınlatmayı başardılar. Mucizevi insanların yarattığı büyük bir aydınlıktır. 

***

İnsan aklı o aydınlıkta ilerlemeye devam ediyor. Mars’a uydu indiriyor. Güneşin sınırlarına uydular yolluyor. Evrenin derinliklerine göz atabileceği teleskoplar yapıyor. 

Ama bunların evreni küçülttüğünü söyleyemeyiz. Evren insanın onu anlamak için attığı her adımda daha büyüyor, ondan daha uzaklara genişliyor. Teleskopu sonsuz derinliklere döndürdüğümüzde gördüğümüz her şey ufalıyor, basit bir yıldız tozuna dönüşüyor.  

Yaratıcı, aydınlatıcı bir gerilim bu. Felsefe sonsuz evren ile sınırlı insan hayatı arasındaki gerilimden türedi. Felsefeyle o gerilimi bilginin yolunda ilerlemenin itici gücüne dönüştürmeyi başardık. Uydularımız ve teleskoplarımız o başarının basit birer ürünü sadece. 

Ama asıl mesele insanlığı içinden çıkamamakta ısrar ettiği çocukluktan kurtarmak. Bu saçma ruhçuluğundan, bu tepetaklak düzeninden kurtulabilir insan. Ay’a inmek, Mars’a çıkarma yapmak, galaksilerin arasında tur atmak bizi dönüp kendi gözlerimizin içine bakmaya zorlamıyorsa ne işe yarar?