'Ve tabii ki Diego Maradona vardı bir de. Kartını bile çok canlı hatırlıyorum hâlâ. Beyaz ve açık mavili, çubuk çizgili bir forma üstünde. Başı hafifçe yere eğik.'

Diego

Ne hatırlıyorum?

Bellek, hafıza da sinir sisteminin ilginç bir özelliği. Canlılığı sürdürebilmenin gelişkin bir biçimi, hatırlamak, zihinde yeniden canlandırabilmek. Hafızamız içinde ise görsel hafıza açık arayla önde geliyor. Evrimsel olarak en gelişmiş ve belki de maddenin evrendeki en gelişkin hareketi görsel hafıza. Görüyorsunuz ve aklınıza kazınıyor. Yanına bazen sesler, kokular da ilişiyor. Ne güzel!

Şimdi tarih öncesi gibi ama 1982 yazıydı sanırım. Şehrin her yeri toz toprak içindeydi. Alt yapı sorunu için. “Alt yapı” denilen o belirsiz evreni ilk kez o yaz duymuştum sanırım. Şehrin Almanya’ya gurbetçi olarak gideni bol olduğu için kazı çalışmalarını bizim gibi meraklı gözlerle izleyen büyükler “Almanlar tabii ki altyapıyı çoktan çözmüş. Her şey yerin altında adamlarda!” diye konuşup duruyorlardı. Onu hatırlıyorum. Bizde ise kaz babam, kaz! Sokaklarda, o toz toprağın içinde Almanın işbilirliği ile Evren ve Özal’ın sesleri, yüzü birbirine karışıyordu. Öyle günlerdi.

Biz daha çocuğuz tabii ki. Elimizdeki kuruşlarla, liralarla dadanmayı en çok sevdiğimiz yer ise kazıların yapıldığı caddemsi sokağın üstündeki mahalle bakkalı. Hatırladıklarım ise renk renk, plastik futbol topları, bakkalın hemen ardındaki boş arsa ve açık kutularda satılan bisküviler, kremalı gofretler. Sonradan o boş arsaya ve tabii ki bakkalın da yerine sekiz katlı bir bina dikilecekti. Altyapı, gelmekte olan o büyük değişim içindi.

İşte dadandığımız o bakkalda görmüştün Diego’yu ilk kez. Cikletlerin içinden çıkan kartlardan. Kartları cikletler için mi alırdık yoksa cikletleri kartlar için mi alırdık, tam hatırlayamıyorum. Tek hatırladığım cikletlerin tadı ve kartlara sinmiş olan kokusu. Altı üstü futbolcu kartlarıydı o kartlar ama kocaman bir dünyayı da ayağımıza getiriyordu her biri. Türkiye’nin hep 8-0 yenildiği ve uzayan akşam gezmelerinden eve baba kucağında döndüğümüz yıllardı o yıllar. Daha çocuğuz tabii ki. 

Kimleri hatırlıyorum?

Sanırım Rumenike vardı. Yani yıllar yıllar sonra, şimdi bu yazıyı yazarken öğrendiğim adıyla Karl-Heinz Rummenigge. Alman panzeri. Ama işte bellekte Rumenike’ydi o. 

Platini de vardı sanırım. Michel Platini. Hani sonradan, çok sonradan bir futbol baronuna dönüşen ve geçtiğimiz yıllarda ipi çekilen Platini. Nedense kıvırcık saçlı hatırlıyorum kartın üstündeki fotoğrafını. Sanki öyleydi üç renkli Fransız formasının içinde.

Ve tabii ki Diego Maradona vardı bir de. Kartını bile çok canlı hatırlıyorum hâlâ. Beyaz ve açık mavili, çubuk çizgili bir forma üstünde. Başı hafifçe yere eğik. Ayağında top, ya çalım atmaya hazırlanıyor ya da sağ ayağıyla topu hafif açacak ve önündeki oyuncuyu geçip vuracak. Öyle bir an, öyle bir kare.

Kartların ise en kıymetlisiydi. Öyle herkeste bulunmazdı. Çocuklardan birisi elinde Diego’nun kartıyla geldi mi hemen etrafına üşüşürdük. Görmek için. Belki cikleti çıkaranların ayarladığı bir şeydi bu, bilemiyorum ama nadir bulunan bir karttı Maradona’nın kartı. Ve kısa bilgiler yer alırdı üstünde. Ülkesi: Arjantin. Boyu: 1.65. Ayakkabı numarası 40. Sırt numarası: 10.

Sırt numarası 10. Kutsal kitaplardan kutsal bir ayet gibiydi o 10 numara.

Falkland Savaşı bitmiş miydi? Kim bilir? Onu hatırlamıyorum! Sadece, dünyanın öbür ucundaki savaştan bahseden TRT haberlerini hatırlıyorum. Siyah-beyaz. Ve bir de kendi kendime İngiltere’nin dünyanın öbür ucunda, Arjantin’in dibinde ne işi olduğunu sorduğumu hatırlıyorum. Diego ise bir sonraki Dünya Kupası’nda atacaktı o meşhur golü İngiltere’ye. Tanrı’nın Eli diyecekti o gole ve sanırım ben de yıllarca gıcık olacaktım bu isimlendirmeye. Hatta haksız, uyduruk bulacaktım o golü. Ama işte Falkland, ama işte Thatcher, ama işte Özal falan derken günlerin çuvalına girip yuvarlanıp gidecekti o anlar da.

Hafıza da insanın hayatına, yaşam dönemine göre değişiyor. Napoli yıllarını hiç bilmiyorum desem yeridir. Ben de ergendim o sıralar. Ne top ne de tüfek umurumdaydı o sıralar. Başka taraflardaydı kafam. Çiçek, böcek, kuş günleri. Tüm o günlerin içinde ise Diego benim için çoktan “kaybetmiş” bir isimdi artık. Para, erkeklik ve piyasa paçozluğuna teslim olmuş birisiydi. Gündemime ise bir daha Küba’da gördüğü bağımlılık tedavisiyle girecekti. Nereden baksak 10 yıl sonra.

Kokain bağımlısı olmuştu. Belki de birden çok maddeyle ilgili kullanım sorunları vardı. Kim bilir? Muhtemelen alkol, depresyon ve dürtüsel inişler, çıkışlar da eşlik ediyordu tüm bu tabloya. Küba’nın ise zor yıllarıydı. Tarihin sonu günlerinde abluka ve tek başına kalmışlık… Hepsi bir aradaydı.

Tıp fakültesinden yeni mezun olduğum ya da psikiyatri asistanlığına yeni başladığım yıllar, günlerdi. Üstündeki Che tişörtü ile uçaktan inişini hatırlıyorum. Kim bilir nerede gördüm? Hafıza garip şey işte. Bir fotoğraf karesi miydi yoksa bir görüntü mü, onu bile hatırlamıyorum ama Maradona Küba’ya gitmiş tedavi için, yer gök oynuyor, onu hatırlıyorum. Sayesinde Küba’nın, onca ablukaya/yalıtılmışlığa rağmen, yetkin ve donanımlı olduğu bir başka konuyu öğrenmiştim: Bağımlılık tedavisi. Tüm dünya öğrenmişti.

Uzun bir rehabilitasyon programı uyguluyordu Küba. Zamanı, tedaviyi ve rehabilitasyonu “bağımlı zihni/beyin” değiştirmek için kullanıyordu. Bağımlılık tedavisinin tam da bu tür bir uzun süreli müdahale/bakım gerektirdiğini ise sonradan öğrenecektim. Diego ise yeniden ve yeniden gidip gelecekti Havana’ya. Bağımlı olduğu her şey için. İnatla, sabırla ve kararlılıkla.

Muhtemelen geçtiğimiz hafta, Fidel ile aynı günde göçüp gitmesine sebep olan kalp sorunu da kokain ya da ona benzer maddelerin kullanımının getirdiği yüklere bağlıydı. Kalp ya da dolaşım sistemi sorunu yaşaması bu tür maddeleri kullanmasına bağlıydı. Dünyanın huzursuzluğunu yatıştıran alkole, içindeki dinmek bilmeyen fırtınaları dindiren kokaine…

İşte Maradona bağımlılık için Küba’da aldığı rehabilitasyonla birlikte yeniden görüş alanıma girmişti. Yaşamın kıyısında top süren, yaşamın kıyısında top sürmekte de inat eden bir kahraman gibiydi. Tekinsiz, umursamaz ve dertli. İtalyan kakafonisi ve Latin ezilmişliği. Sanki hepsini birden taşıyordu üstünde.

Vefatından sonra kızı Dalma 1990’ların hemen başında Napoli’de birlikte çekildikleri bir fotoğraf karesini paylaşmış. Diego nasıl da genç! Çoraplarının üstünde bir çiçek. Küçük Dalma kondurmuş çiçeği, mutlulukla. Bir papatya. Hınzır, şirin, tatlı. Daha yılların tortusu girmemiş araya. Ne güzel!

Sonrası ise dünya gibi. Dünyamız gibi.

Ne diyelim? 

Arjantinlilerin dediği en güzeli...

Gracias Diego. Gracias.