Devrim ve yepyeni bir toplumsal düzen için mücadele edenler, örgütlerini ve mücadelelerini o toplumun hem kurucusu hem ürünü olacak bir insan türünün fidanlığı durumuna getirebilirler.

Devrim neden gerekli?

Bugünün dünyasında nereye ve neye bakılsa, böyle bir soru, açık seçik ortada olanı görüp anlayamamanın işareti sayılabileceği için, gereksiz bulunabilir. Ancak, az sonra konu edeceğimiz saptama, biraz daha farklı bir bakışı ve onun uzantısı olan bir genellemeyi içeriyor; bu yüzden üzerinde durup düşünmeyi hak ediyor. Yaklaşık iki yüzyıl öncesine kadar uzanan bir geçmişi olduğuna göre kaynağının da çok eskilere dayandığı eklenebilir. 

Biraz sonraya bırakmamızın nedeniyse daha önce güncel bir haberleşmeye değinmek isteyişimiz. Geçenlerde aşağı yukarı kırk yıldır tanıdığım bir arkadaşımla uzunca bir telefon görüşmesi yaptım. Herkesin derdini dert edinen, dürüst, sözüne güvenilir bir insandır. İçinde ya da yakınında bulunarak siyasetle uğraştığı partilerin solunda olmuştur hep. Aramızda on yılı aşkın bir yaş farkı bulunduğundan mıdır, sosyalizm düşüncesine her zaman yakın durduğundan mıdır nedir, birçok konuda bana danışır. Kimi zaman bu eğilimi yüzünden siyasette yükselme şansını kullanamadığı olmuşsa da çoğu kez sözümü dinlemiştir.

Şu son dediğimi daha iyi anlatması bakımından çarpıcı bir örnek verebilirim. Aile büyükleri İsmet Paşa’nın ve Ecevit’in CHP’sinde çalışmış, dolayısıyla bu parti çevrelerinde iyi tanınan insanlarmış. Kendi özelliklerinin yanı sıra bu bağlantı da ona yarar sağlamış olmalıdır.  Yanılmıyorsam 1995 genel seçiminde, memleketinden milletvekili adayı olmaya niyetlenerek bana akıl danışmak istemişti. Durum şöyleydi: Onu seçilmesi garanti olan sıranın bir altına koyacaklardı. “Kendini ezdirme” diye özetlenebilecek, bugün düşündüğümde saçma bulduğum bir gerekçeyle boş vermesini öğütlemiştim. Birkaç gün düşündükten sonra, adaylıktan vazgeçti. Başka kaygıların yanı sıra benim öğüdümün de etkili olduğu belliydi. Seçim sonunda o bölgede milletvekili çıkarmasına kesin gözüyle bakılan milliyetçi parti orada tahmin edilen oyu almasına karşın, ülke genelindeki yüzde 10 barajını aşamadığı için partisinin arkadaşıma verdiği ve onun kabul etmediği sıradaki adayları milletvekili seçildi. Sözün kısası, benim olağanüstü danışmanlığım, onun milletvekilliğini engellemişti. Sonraki yıllarda, bir süre, “Abi, bana parlamenterliği niye yakıştıramadın, hâlâ anlamıyorum” diye takılıp durdu. Şaka bir yana, parlamentoya girseydi, delifişek bir politikacı olur, belki de şimdilerde bize katılır ya da çok yakınımızda tutum takınırdı.

İşte o arkadaşım telefon görüşmemizde, hâlâ ilişkisini sürdürdüğü partisi hakkında atıp tutuyordu. Bir ara, "Bunların işi gücü ihale peşinde koşmak olmuş” dedi. Bense, partisini ona karşı savunurcasına araya girip, “Şu genç milletvekiliniz var ya, birden çok yerden maaş alan bürokratların izini süren, onun tahminlerine göre bu tip bürokratların ortalama aylıkları iki yüz bini buluyormuş” dedim. Hiç aldırmadan atışa devam etti: “Abi sana bir şey diyeyim mi, bizimkiler gelse, o ortalama beş yüz bine çıkar!”  Fazla üstelemedim, sözü başka yerlere getirdim.

Yazının burasında başlıktaki soruyla nasıl bir bağ kurulacağına ilişkin bir kuşku belirmiş olabilir. O kuşkunun koyulaşmasına izin vermeden sürdürelim.

Arkadaşımın yakındığı, yakınmak ne söz yerden yere vurduğu, kişilerin, grupların, kalabalıkların en azından önemli bir bölümünün yakın bir geçmişe kadar, hatta kimilerinin şimdi bile esas olarak emekçi kategorisindeki insanlar olduğunu söylemekte bir yanlışlık yoktur. Bunların uzun ya da çok uzun süreler boyunca kapitalizmin değişik ağırlıktaki etkileri altında kaldıktan, o etkilerle kirlendikten sonra şu ya da bu ölçüde köklü bir dönüşüme uğradıklarını düşünmek doğru olur.

Buradan, yazının başında geçmişinin iki yüzyıl öncesine kadar uzandığını belirttiğim kaynağın saptadıklarına geçebiliriz. 

İlk kez 1988’in Ocak ayında yayımlanan Toplumsal Kurtuluş dergisinin yedinci sayısındaki bir yazıda değinmiştim. Daha sonra birçok kez yazarak ve konuşarak yineledim. Bu kez bire bir Türkçeleştirip aktararak değil, yapılmış saptamayı bir bakıma yeniden anlatarak yineleyeceğim. Marx ile Engels’in yaklaşık on ay süren bir yazma çabasının sonunda Ağustos 1846’da tamamladıkları gençlik eserlerinden biri olan ve ancak 1932’de Sovyetler Birliği’nde eksiksiz olarak yayımlanabilen Alman İdeolojisi’nden söz ediyorum. Şimdi açıklamaya çalışacağım çözümlemenin 1976 yılında Moskova’da İngilizce yayımlanmış Toplu Eserler’in beşinci cildinde, 52. ve 53. sayfalarda yer aldığını da belirtelim ki, meraklısına bir not düşmüş, kılı kırk yaranların işini kolaylaştırmış olalım.

Orada anlatılan şudur: Devrimin gerekliliğine ilişkin iki neden üzerinde durulmaktadır. Bunlardan birincisi, herkesin tahmin edebileceği gibi, egemen sınıfın kendisini yerinden edecek bir karşı güç ortaya çıkmaksızın, kendi rızası ile iktidarını terk etmeyecek oluşudur. Ancak, devrimi gerekli kılan tek neden bu değildir. İkinci bir neden daha vardır. O nedeni ayrı bir paragraf açarak anlatmak daha doğru olacak.

Kapitalist toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan ve bu düzenin sömürüsü ve baskısı altında yaşayan emekçiler, aynı zamanda, kapitalizmin kendi yarattıklarının yanı sıra kendisinden önceki sınıflı toplumlardan devraldığı, bu anlamda “birikmiş” bir kirin içinde yaşarlar. İnsanın her yanına sıvaşmış bir balçığı andıran bu pisliğin içinde ondan etkilenmeden yaşamak mümkün değildir. Bu durum, yeni bir toplumu kuracak sınıfın bu işlevi açısından son derece zararlı, bozucu, yıkıcı özelliklere yol açar. O kadar ki, bu özelliklerden kurtulmadan yeni bir toplumun kuruluşu gerçekleştirilemez. Üstelik, bir tür arınma ya da temizlenme süreci olarak da anlaşılabilecek bu kurtuluşun tek tek kişiler düzeyinde, bireysel olarak gerçekleşmesi yeterli olmaz, kitlesel olarak başarılabilmesi gerekir. İşte bunu sağlamak, ancak bir devrimle, onun hemen öncesinde, gerçekleşmesi sırasında ve hemen sonrasında, bir altüst oluşla birlikte devinen, o altüst oluşu kavrayıp yönlendiren kitlelerin pratiği içinde mümkün olabilir.

Bire bir aktarma yerine oldukça serbest bir anlatma ve açıklama çabası içinde olduğumuza göre, kurucu düşünürlerin daha yirmili yaşlarını bitirmedikleri bir zamanda yazıya dökebildikleri bu çözümlemede sözü edilen “devrim”in nasıl anlaşılması gerektiği konusunda da bir yorum yapabiliriz. 

Buradaki devrim kavramını, yalnız siyasal anlamıyla, toplumdaki siyasal iktidarın sınıf içeriğinin köklü biçimde ve görece kısa bir sürede değişmesi olarak sınırlamak, yanıltıcı olabilir. Şu bakımdan: İnsanın insan tarafından sömürülmesine son verecek emekçi sınıfların, kapitalist toplumun biriktirdiği ve çoğalttığı kirden kitlesel olarak temizlenmesine değinilirken, bu arınmanın toplumsal anlamıyla devrime oranla anlık denebilecek bir sürede gerçekleşen siyasal devrimin içinde tamamlanması anlatılmak istenmemiştir herhalde. Ayrıca, bu arınma, temizlenme türü kavramların özgün metinde bulunmadığını, bizim tarafımızdan anlatım kolaylığı sağlar varsayımıyla kullanıldığını da ekleyelim.

Ekleyelim ve devam edelim: Bu arınmanın kitlesel olarak gerçekleştirilmesi, eskisinden köklü biçimde farklı, yeni toplumsal-iktisadi yapının kuruluş sürecinin hemen hemen tümünde bir yandan nesnel olarak ortaya çıkacak, bir yandan insanların bilinçli örgütlü çabalarıyla yaratılacak imkânlara bağlıdır. Buna karşılık, hemen öncesi ve hemen sonrasıyla siyasal devrim boyunca, geniş kitlelerin öncüsü ve yönlendiricisi durumundakilerin böyle bir arınma ve yeni bir insan tipine doğru evrilme olasılığının ya da şansının o kitlelere göre çok daha fazla olduğu düşünülebilir. Ancak, bu kendiliğinden ortaya çıkması beklenebilecek bir şans değildir; bilinçli ve örgütlü olarak peşine düşmekle var olabilir. Daha açıkçası, devrim ve yepyeni bir toplumsal düzen için mücadele edenler, örgütlerini ve mücadelelerini o toplumun hem kurucusu hem ürünü olacak bir insan türünün fidanlığı durumuna getirebilirler. Böylece, geniş emekçi kitlelerin değil ama, onlara öncülük edecek insanların yeni dünyadaki çok daha gelişmiş benzerlerinin habercileri olarak yetişmeleri sağlanabilir.

Sonuç olarak ve kısacası, nereden bakılırsa bakılsın, epeyce kapsamlı bir hikâyedir bu. Çok boyutludur. Buraya sığdırmaya uğraşmak boşuna olur.