Kimse durup durduk yerde hassas birisi olup çıkmaz; insanlar belli bir yaşantının, sürecin içinde “hassas bireylere” dönüşürler. Ve bu dönüşüm öyle boşlukta, kendiliğinden, kör talihle ya da genetik kaderle olmaz. İnsanlar küçük yaştan, hatta daha anne karnına bile düşmeden, ta oralardan başlayarak, örselene örselene, yavaş yavaş hassaslaşırlar.

Depresyon, intihar ve diğer sıkıntıların herkes tarafından iyi bilinen nedenleri 

Bazı dönemler var ki nihilizm yayılıveriyor. Bir başucu düşüncesi gibi hiç zorlanmadan, herhangi bir engele takılmaksızın çıkıveriyor. Bin bir kılıkta. Hayatın anlamsızlığı, yaşamanın beyhudeliği, aslında herkesin az ya da çok aynı şeyleri yaşaması, ama yaşarken de çok bambaşka şeyler/hayatlar yaşıyormuş gibi yaşaması ve aslında güneşin altında yeni bir şeyin olmaması... 

Hayat işte bir anda, bazen tekdüze bir hâl alıyor. Bir bebeğin ağlaması, bir acıya yükselen çığlık, karı koca dırdırı, içten pazarlıklı bir dua, son yudumdaki rahatlayış, pencereden dışarıya sarkan bir küfür, araba gürültüsü ve hayatın bin bir hâli... Hepsi aynı, boş ve sıkıcı. 

Bir yandan bakacak olursanız yaşamanın bir anlamı yok. Ne olacak ki? Maksimum ne olabilir ki? Bir araba, bir ev! İnsan başka ne ister ki? Sadece bunları mı ister ki? Bunlar az mı ki? Barınmak, dolanmak, seyahat etmek. Hem de insanca, çağın insanının yapabildiğince. Milyonlar, milyarlarca insan tüm bunlardan mahrumken burun kıvırmak, azımsamak olur mu, bir araba, bir evi? Olmaz mı? Ama insan olan tüm hayatını bankalara, kredi kartlarına taksit taksit ödeyerek mi yaşar? İnsan olan tüm hayatını taksit taksit bunalarak mı yaşar? Onca depresyon, onca ilaç, intiharın eşiğine gelip gelip dönen ya da dönmeyip giden onca hayat nereden çıkıyor ki?

Hiç biri kader değil! Hiç biri sadece “bazı insanların” başına gelmiyor! Hiç biri zayıflık, güçsüzlük değil. Hiç biri eziklik değil! Yaşamak durup dururken bunlarla dolmuyor. Bir mantığı, işleyişi var her acının. 

*

Tüm bunlar, yani depresyon, intihar çok biyolojik, genetik görünebilir. Doğrudur da. Böyle bir yanları var. Ama her beyin, her zihin için bin bir olasılık var şu yaşamda. Hem de aynı genetik arkaplanla. Zihnin ve insanın olabilecekleri neredeyse sonsuza çıkan bir matematiksel işlem gibidir. Yaşam, yaşantımız, nasıl, nerede ve ne zaman yaşadığımız değiştikçe zihnimiz de değişir, biyolojimiz de. Biyoloji, genetik, bir kader değil bir ön başlangıçtır. O kadar. 

Kendinizi alın, Çin’de ya da hatta o kadar uzağa gitmeye bile gerek yok, başka bir ailede, hemen alt sokakta, başka bir zamanda, mekânda, bambaşka ilişkilerin içinde büyütün; bilin ki bambaşka bir insan olursunuz. Aynı genetikle! İnsan, beyin ve zihin, ilişkisel bir sonuçtur. Olup biten değil, sürekli devinen ve değişebilen. Ama işte sınıf, ama işte eşitsizlik tüm bu ilişkiselliği boydan boya keser. Tüm bu ilişkiselliğe temel rengini veren sınıflardır, sınıflar!

Kimse durup durduk yerde hassas birisi olup çıkmaz; insanlar belli bir yaşantının, sürecin içinde “hassas bireylere” dönüşürler. Ve bu dönüşüm öyle boşlukta, kendiliğinden, kör talihle ya da genetik kaderle olmaz. İnsanlar küçük yaştan, hatta daha anne karnına bile düşmeden, ta oralardan başlayarak, örselene örselene, yavaş yavaş hassaslaşırlar. Kaybetmek, altta kalmak, itilip kakılmak, beğenilmemek, istenmemek, hep yenilmek, yeniden ve yeniden yenilmek, başarısız olmak bir kader gibidir. Ama az, ama çok. Milyonlar, milyarlar böyle yaşar. Onca sıkıntıyla sınanarak, onca sıkıntıyla hassaslaşarak.

Ve günümüz dünyası, hayatın her anını kesen sınıfsal eşitsizliğin boydan boya sarıp sarmaladığı bu koca dünya hassas kalpler için gerçekten cehennemdir. Her anıyla, her adımıyla. En iyi anlarında bile. 

Bu hayatı, her şeye rağmen yaşamak ise tam bir meseledir. Hepimizin meselesidir.
Ama mesela burjuvazi hiç bırakmaz yaşamayı. Hem de bildiği gibi yaşamayı. Bir şirketin yönetim kurulu toplantısından görmek lazım aynı hayatı! O toplantıda “bu sene de kâr elde etmeyiverelim” yoktur. Hatta “bu sene de geçen yılki kadar kârımız oluversin canım” da yoktur. Hepsinde kârımız geçen yıla göre daha ne kadar artacak vardır. Hayatı bırakmaz burjuva. Hayatı bırakmaz sermaye. Yakaladığı yerden sıkmaya, sıkmaya ve daha da sıkmaya devam eder. Sıktığı yerde ise hem kendini hem doğayı, hem de insanı kavuran bir cehennem vardır.

Din, milliyet, aile, okul, silah, metafizik her şey ise bunun için vardır! Cehennemi çekilir kılmak için.

Proletere düşen ise bu cehennemde hayatının her anını donatan küçük minik taşlardır. Gerçi bazen kocaman bir kaya parçası da kopar gelir, milyonlar altında kalır. Ama çoğunlukla ayakkabının içindeki küçük bir taş parçası gibidir hayatın sıkıntıları. Eğilip çıkarmaya bile değmez. Ama hep hatırlatır kendini, ben buradayım diye. Dokunur, acıtır, batar, rahatsız eder ama hayat zaten proleter için tangur tungur geçilen bir yoldur. Eğilip o taşı çıkarsa ne yazar! Yenisi çıkar gelir mutlaka.

Ara sıra, o da şanslıysa eğer, eşsiz bir manzara denk gelebilir bu yolda ama çoğunlukla tozlu, yorucu ve keyifsiz bir yoldur bu yol. Ara sıra çiçek bahçelerinden geçse de, geçer gibi olsa da toprak çoğunlukla kurak, çorak ve bitiktir. Hayatın rüzgârında kavrulur proleter.
Hayat bir büyük aldanış ve bir büyük imkândır! 

Aldanış kısmında o tatlı nihilizm de var. Sert, görkemli ve büyük. Nihilizme sürüklenmemiz, yaşamı anlamlandırmakta zorluk çekmemiz, siyasi baskı, trafik keşmekeşi, kamu hastanelerinde önü alınamayan şiddet furyası, erkeklerin kadınları öldürmesi... Hepsinin arasındaki o çok güçlü bağ! Bunu görmemek... Aldanış tam da burada.

Bir de imkân kısmı var hayatın. Öyle basit bir ihtimal değil. Basbayağı imkân... Tüm bunları sona erdirecek ve hayatı yeni bir düzleme sıçratacak bir imkân... 

Yaşamaya, denemeye değer!

*

Yaşayalım ve de gelin deneyelim.