İzmir’de yaşananlar ortadayken İstanbul’da beklenen o deprem için elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz? Bize sunulan bu kötü kadere boyun mu eğeceğiz?

Depremin geleceği herkesin malumuydu, peki ya önlem? 

Cuma günü İzmir’de 6,9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Yazıyı yazdığım esnada 51 kişi hayatını kaybetmişti ve maalesef daha da artacağa benziyor. Her bir vatandaşımızın ışıklar içinde uyumasını dilerim ve halkımıza geçmiş olsun…

Aynı esnada İzmir’de depremler yaşanmaya devam ediyor. Önümüzdeki 1-2 hafta artçılarını yaşayacağımız konuşuluyor. Sürekli salladığını hissetmek, bunun ihtimalini düşünmek ve sallanmasak bile bunun paranoyasıyla yaşamak… Ne kadar dışarıdan bakmaya çalışsam da yaşananların pek çoğunu yakından görmüş olmanın benim için zorlayıcı ve dağıtıcı olduğunu belirtmek isterim. Ama aynı günlerde dayanışmanın ve örgütlü olmanın önemini bir kez daha yaşamış birisi olarak kendimi daha öfkeli ve daha inatçı hissettiğimi de eklemeliyim. 

2020 yılında dünyada 6,5’in üzerinde 22 deprem yaşanmış, en çok can kaybı ise Türkiye’deymiş. Aynı büyüklükte başka ülkelerde deprem olduğunda can kaybı yaşanmazken biz onlarca insanımızı kaybediyoruz her seferinde. Yerini, yurdunu, anılarını, çocukluğunu enkazların altında bırakıyor insanlar. Her seferinde geçmiş ve bugün yıkılıyor ve gelecek yeniden kurulmaya çalışılıyor. 

Günler geçiyor ama hiçbir şey daha iyiye gitmiyor. Hiçbir hatadan ders çıkarılmıyor. İnsan hayatına hâlâ değer verilmiyor. Gelecek aynı seyrinde ilerlediği müddetçe hiç de bugünden daha iyi olmuyor.

Depremler, savaşlar, göçler… Benzer anıya sahip ya da aynı tehlikeyi yaşama ihtimali olanların travmalarını ya da korkularını tetikleyen, uykularını kaçıran, bazen nefes almakta zorlayan olgular. İşte öyle günlerden geçiyoruz biz de. Bazılarının böyle günlerde bir tas sıcak çorba görünce gözleri dolu dolu oluyor, bazıları ise şimdi bir tas sıcak çorbaya muhtaç. Dayanışma masamızda evde yapılmış sıcak çorbayı görünce ağlayan ablaya kucak dolusu sarılmak gelmişti içimden… 

Türkiye’de zaten normal bir yılımız geçmese de en felaketi bu yıl oldu. "Ne felaket yıl şu 2020! Bitse de kurtulsak!” türü hezeyanları sıkça duyuyoruz. Yılın kerametinden midir, kapitalizmin çivisinin çıkmışlığı mıdır; bana kalırsa ikincisi. 

Elazığ Depremi’yle açtığımız yıla damgasını koronavirüs vurdu, son felaketi İzmir Depremi olur mu orası bilinmez. Sonuç olarak hâlâ koronavirüs devam ediyor, kış kapıda olsa da önlem namına yapılan tek şey 29 Ekim kutlamalarına yasaklama getirilmesi. Başka önlem alındığı yok. Sanki okulda, metroda, iş yerinde, otobüste virüs yokmuş gibi davranıyorlar. 

Bitse de şu 2020 kurtulsak deniyor ya hani gerçekten kurtulacak mıyız 2021’le beraber? Arada ben de diyorum doğrusu, insan kolay çözüm arıyor. Keşke yıldan olsa sadece ve biz yeni yıla girerken tüm felaketleri geride bıraksak. Felaketlerin en büyüğünü, sermaye sınıfını ve onun temsilcisi AKP ve ortaklarını geride bırakmayı ne çok isterdim! Tüm şovcularını geride bırakmayı isterdim. Hiç görmemiş olmayı dilerdim ama dilemek yetmiyor maalesef. 

Bazen akıl almıyor, teknolojik gelişmişlikle her zemine uygun ve depreme dayanıklı yapılar yapılabilecek durumdayken, bolca malzeme varken neden hâlâ ölüyor insanlarımız. Kâr ve rant hırsıyla dönen bu çarkta belediyelerden inşaat firmalarına kadar insanın gözü kapalı güvenebileceği bir yer yok ki. Hal böyle olunca kimse bu yapım sürecine dur demediğinde, olan yine emekçilere oluyor. 

Mesela tıkandı ya trafik hemen depremin ardından, aylarca yıllarca anlattı meslek odaları, komünistler, mühendisler, çevre aktivistleri İzmir’de bizlerden çaldıklarını, afet anlarında böyle bir kriz olacağını, trafiğin tıkanacağını… Çünkü planlama yok, emekçiler için uygulama yok, varsa yoksa sermaye! Hâlâ soruyoruz hepimiz ne gerek var trafiğin en sıkıştığı noktalardan birine İstinye Park AVM dikmeye? 

Ve işte durduramadığımız için, zamanında dur diyemediğimiz için sonucunda bir insanlık dramı daha yaşandı. Trafik tıkandı, yardım ulaşmakta zorlandı, insanlar enkaz altında ya da sokakta kaldı. İnsanların sokakta kaldığı yerlere ise belediyelerden önce tarikatlar ve cemaatler çadır açtı, karga gibi tünemek için fırsatı kaçırmadılar. Anında kurdukları çadırlarda sözde yardım dağıtıyorlar hâlâ. Din adına yaptıkları yardımla göz boyuyor olmaları sinirden kudurtuyor insanı. 

*

Gelelim İstanbul’da beklenen büyük depreme. Deprem İstanbul’dan önce İzmir’de olunca haliyle insanların ne yaşadığını, günlük yaşamdaki tedirginliklerini daha iyi anladığımızı düşünüyorum. Bense depremin olduğu gün dayanışmak için gelen onlarca telefondan anlıyorum biraz da yaşadıkları korkuyu. Anlıyorum ve yaşanması muhtemel felaketin göz göre göre yaklaştığını söylemeden edemiyorum. 

İzmir’i İstanbul’a benzetmeye çalıştılar yıllarca. Benzettiler de büyük ölçüde; kaçak yapılarıyla, insanı boğan yeni gökdelenleriyle, üst üste binmiş evleriyle, tek arabanın zor geçtiği genişlikte sokaklarıyla. Çevreyolu şehir içi ulaşımda kullanılan, işe gidiş ve geliş saatlerinde trafiği sıkışan bir yol artık bu şehirde. 

Depremin ardından insanların evine, ailesine, dostlarına ulaşmak için yaşadığı paniğe ve kilitlenen trafiğe neden şaşıralım ki? Bunlar hep birer provaydı aslında İstanbul adına. Kötü senaryonun bir provası.

İzmir için bundan sonrasında söylenecek çok söz var, yeniden yaşanılabilir bir kent olması için mücadelenin kenti haline gelmek zorunda bu şehir. Peki ya İstanbul?

İzmir’de yaşananlar ortadayken İstanbul’da beklenen o deprem için elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz? Bize sunulan bu kötü kadere boyun mu eğeceğiz? 

Yaşanması muhtemel felaket karşısında yapayalnız ve çaresiz beklemeyelim. Onlarca hayatını kaybedecek insandan birisi olmamak için, kentlerimizi yeniden yaşanabilir yerler haline getirmek için bir an önce mücadeleye omuz verelim…