'Demans yani bunama artıyor. 2050’de Türkiye’de 2 milyon kişinin demansı olacağı tahmin ediliyor. Bu sayıyı ise şimdiden alınacak önlemlerle azaltmak mümkün.'

Demans, dekadans ve devrim

Daha çok var gibi görünüyor ama yıllar da su gibi akıp geçiyor. 2050’ye geldiğimizde Türkiye’nin nüfusu 100 milyonu geçmiş ve de o dönemde ülke genç nüfuslu bir ülke olmaktan da çıkmış olacak. Şu an nüfusun sadece onda biri yaşlı sayılıyor, bu oran önümüzdeki 30 yılda ikiye katlanacak ve 2050’de nüfusun 20 milyonu yaşlı olacak. Tabii ki her şey böyle kalırsa. Öngörüler böyle.

Bir diğer öngörüye göre de bu 20 milyonluk yaşlı nüfusun yüzde10’u “bunama” adı verilen bir beyin hastalığı yaşıyor olacak. Tıptaki eski adıyla demans, güncel adıyla da nörobilişsel bozulma. 2050’ye vardığımızda benim de içinde yer aldığım kuşak bunamayı günümüze göre neredeyse on kat daha fazla yaşayacak. Türkiye’de şu an yaklaşık 200.000 demans hastası olduğu tahmin ediliyor. Bu sayı 2050’de 2 milyona çıkacak.

Demans yaşlı nüfusu artan her ülkenin sorunu. Yaşam koşullarındaki iyileşme, yani bir anlamda üretici güçlerin maddi koşullarındaki değişim ortalama yaşam süresini de uzatıyor. Kapitalizm daha büyük bir zenginlik ortaya çıkmasını sağladıkça yaşam süresi uzuyor. Türkiye’de ortalama yaşam süresi ilk kez geçtiğimiz yıl 80’e dayandı. Aynı sürenin örneğin İsveç’te 83 yıl, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde ise 55 yıl olduğunu hatırlatayım. Türkiye gittikçe daha fazla yaşlanıyor.

Bunama yani demans ise çeşit çeşit. En çok bilineni Alzheimer tipi demans. İnsanlar demans denince Alzheimer’ı biliyor. Aslında bir 19. yüzyıl sonu Alman psikiyatristi Alzheimer. Tam adıyla Aloysius Alzheimer. Aynı zamanda da bir nöropatolog. Yani açıp beyin dokusunu inceleyen bir hekim. Freud’un ve Emil Kraepelin gibi günümüzde adı psikiyatride halen anılan hekimlerin çağdaşı, çalışma arkadaşı.

Geç yaşta ortaya çıkan bellek ve davranış sorunlarını “yaşlılık bunaması” olarak tanımlamış ve incelediği beyinlerde bazı mikroskobik değişiklikler bulmuş. O dönemde çağdaşları bulguları ile çok ilgilenmemiş. Hatta hastalığın adını bir diğer psikiyatrist arkadaşı, Kraepelin koymuş, Alzheimer Hastalığı diye. Ama o günden bu yana çok fazla araştırma yapılmış Alzheimer ve diğer bunama tipleri üzerine. Bu yazının konusunu aşar ama 1900’lerin başındaki bu tanımlama süreci de tıp, tarih ve toplumsal yapı hakkında çok şey anlatır. Sınıf, Alman kapitalizmi ve bilim gibi. Ama şimdi bu yazının konusu değil.

Artık çeşit çeşit demans var. Tanımlamada çok yol alındı. Hatta öyle ki her yıl yeni bir tanımlama çıkıyor. Tedavide ise çok yol alınamadı. Tamam, tedavi durumumuz eskisi gibi değil ama bunamayı durduran, geri döndüren ya da en azından zihin işleyişini yaşla uyumlu hale getiren bir tedavi yok. Çok fazla sayıda araştırma var, bu alana çok para yatırılıyor ama muhtemelen önemli bir nokta atlandığı için sonuç alınamıyor. Alınamaz da…

Çünkü demansın toplumsal ve tarihsel bir sorun olduğu atlanıyor. Sanılıyor ki bunama sadece biyolojik bir mesele! Ama öyle değil. İşin içinde toplumsal dekadans var.

Demans ile dekadans arasında bağlantı mı var?

Dekadans, Fransızca bir kelime. Çöküş, gerileyiş anlamına gelen decadence sözcüğünden türetilmiş. 19. yüzyılda. Toplumlarda ve kültürlerdeki çökme, bozulma, dejenere olma anlamında daha çok felsefede kullanılmış. Örneğin Nietzsche çok işlemiş bu terimi; daha çok toplumsal bir nihilizm için. Yakın insanlık tarihinde bu tür yozlaşma ve çökme dönemleri olmuş. Belki bir süredir de böyle bir dönemin içinde yaşıyoruz. 

Kapitalizm toplumsal zenginliği hiç olmadığı kadar arttırdı dedik. Bu zenginliğin bedelleri var. Bir yanıyla bir ilerleme bu. Sadece demografik değişimden bahsetmiyorum. Sağlık göstergeleri de değişiyor. Temel tüm ihtiyaçlarda geçtiğimiz yüzyıllarla, bin yıllarla karşılaştırılamayacak bir değişim bu. Daha çok insan eğitim alıyor, daha çok insan temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilir hale geliyor. Ama sorun şu ki zenginliğin bedelini dünya ödüyor, doğa ödüyor, insanlar ödüyor.

Artan zenginliğe rağmen zenginliği üretme biçimi değişmiyor. Aynı sömürü çarkları ve hatta daha organize, daha atomize ve daha büyük verimlilikle çalışıyor. Artan zenginliğe rağmen iş zenginliğin bölüşümüne geldiği zaman işler daha da karışıyor. Toplumlar arasında ve içinde derin uçurumlar ortaya çıkıyor. Zenginliğin üretilmesi için doğa, çevre talan ediliyor; ucuz emek gücü ya göç ettiriliyor ya da büyük devasa metropollerde istifleniyor.

Bugün insanlık geçmişe göre çok daha zengin ama yeni, farklı bir toplumsallık içinde yaşıyor. Geçtiğimiz hafta soL’da Ahmet Alpay yazdı, “üretim araçları komünist bir dünya kurmaya olanak sağlayacak kadar gelişti” ama üretici güçler durmaksızın tahrip ediliyor. Ivırla, kıvırla, zıvırla. Bir avuç insanı baş döndürücü olanaklarla donatan, donatma olanağı olan ama bunun için milyonlarca insanı daha uzun süre sömüren, daha çok sömüren bir toplumsallık bu. Dekadans oradan geliyor. Demans da… 

Bizler çok farketmesek de yaşadığımız hayatların içinde bir şeyler oluyor ve bunama artıyor, daha da artacağı öngörülüyor.

Demans neden artıyor? 

Kimileri bu sonucu daha uzun yaşamamıza bağlıyor. Yani nüfusun daha çok bölümü 65 yaş üstüne çıktıkça demans olasılığı da artıyor. Yaşlandıkça derimiz nasıl buruşuyorsa, gözlerimizin ışıltısı nasıl sönüyorsa beynimizin kıvrımları da öyle büzüşüyor. Demans oradan geliyor.

Peki, bunu, yani demansın artışından demografik değişimin sorumlu olduğunu söyleyenler haklı mı? Kısmen evet. Sonuçta demans ve yaş arasındaki ilişki ortada. Ama şöyle bir sorun var: Bazıları çok yaşlansa bile bunamıyor. Evet, nasıl kas gücümüz yıllar içinde azalıyorsa bilişsel işlevlerimiz de eskisi gibi olmuyor ama bazı insanlar dünü bile hatırlayamayacak duruma gelirken bazıları kısmi bir yetersizlik bile yaşamıyorlar.

Bu farkın genetik bir fark olduğu düşünülüyor. Bu nedenle sayısız genetik araştırma yapılmış durumda. Ama ailevi geçişli bazı klinik tablolar dışında genetikte şimdilik çok bir yanıt bulunamadı. Ki ailevi geçişli, yani genetik kısmı belirgin olan olgular da tüm demans hastalarının içinde az bir bölümü oluşturuyor. Yüzde 5-10 gibi. Geriye kalan büyük hasta kitlesinde ise bariz, açık, net bir genetik iz yok. Daha çok toplumsal yapıyı işaret eden izler var. 

Ne gibi mi? Mesela eğitim gibi. Daha çocuklukta aksayan, düşük ve yetersiz eğitim on yıllar sonra ortaya çıkan demans ile yakından ilişkili. Sonra ilk gençlik ve orta yaş geliyor: Sigara ve madde kullanımı, kötü ve dengesiz (karbonhidrat ve yağ ağırlıklı) beslenme, düşük fizik egzersiz (mutlaka koşu falan gerekmiyor, hımbıl, az hareketli bir yaşam da riski arttırmak için yetiyor), yüksek tansiyon, kilolu olma, işitme kaybı (sağır olmak gerekmiyor ama az duymak bir sorun) demans riskini arttırıyor. Sonrasında ise ileri yaşlar devreye giriyor ve yalnızlık, yetersiz insan ilişkisi, depresyon, şeker hastalığı riski daha da arttırıyor. 

Tüm bunlar ise biribirinden bağımsız, bireysel dertler gibi görünüyor. Ama bir araya geldiklerinde demans riskinin yüzde 40’ını oluşturuyorlar. Yani bu riskleri azaltsanız, ortadan kaldırsanız ya da etkisini önleseniz 10 kişiden dördü bunamayacak. Başka bir ifadeyle hayatın tamamına dağılmış bu riskleri ortadan kaldırsanız 2050 yılında 800.000 kişiyi demanstan kurtarmış olacaksınız.

Ama nasıl?  

Komünist devrim demansla da mı ilişkili? Yok artık…

Demans riskinin geriye kalan yüzde 60’lık kısmının henüz ne olduğu bilinmiyor. Muhtemelen yaşlanmanın doğası ile ilişkili. Yani insanın varoluşu, biyolojisi ile ilgili. Belki genetik. Ama o genleri muhtemelen hepimiz taşıyoruz. Herkes. Yani… Yani yukarıda bahsettiğim “öngörülebilir ve değiştirilebilir risk faktörleri” yüzde 40’la kalmayabilir. Demansın belki daha fazlasını önlemek mümkün olabilir. 

Şöyle ki: Tüm hayatı değiştirerek. İnsanların eğitimlerini yükselterek, bedenleriyle barışmalarını sağlayarak, protein ve yeşillik ağırlıklı beslenmeye yönlendirerek, doğayla içiçe olmalarını önererek, dünya, toplum ve tarihe dair daha fazla ve daha derinlikli bilgi sahibi olmalarını sağlayarak. Tabii ki hem risk faktörleri hem de öneriler çok bireysel görünebilir. Herkes önlemini alsın denebilir. Zaten bugün konu daha çok bireyin sorumluluğu olarak ele alınıyor. Ama öyle değil. 

Mesela yukarıdakileri birkaç bin kişinin değil de milyonlarca kişinin yapabilmesi gerekiyor. Yani bu önlemleri kişilere değil tüm nüfusa önermeniz gerekiyor. Tüm nüfus devreye girecekse mesela toplumsal zenginliğin paylaşılmasına müdahale etmeniz gerekiyor. İnsanların daha az süre çalışmasını, daha fazla kolektif zaman geçirmesini sağlamanız gerekiyor. Mesela milyonlarca emekçi ancak bu sayede yaşamlarında yürüyüş yapabilecekleri, hep beraber eğlenebilecekleri, evlerinde açık kapı yaşayabilecekleri, sadece okumak değil bilgiyi işleyebilecekleri, aydınlanacakları bir eğitimi, yaşamı bulabilirler.

Bu işi ciddiye alacaksanız mesela çürümeyi yani dekadansı tersine çevirmeniz gerekiyor. Zenginliğin artmasını yavaşlatmadan, doğayı tahrip etmeden, doyumlu ve keyifli bir yaşama izin veren bir sosyallik kurarak. Demansı ciddiye alacaksanız (ki yukarıda sayıları verdim, siz ciddiye almasanız da o gelecek ve kendini size dayatacak, çok belli) yaşamın tamamına müdahale etmeniz gerekiyor. Fındık, ceviz yemek de önemli ama fındık ve ceviz yenebilecek bir yaşam kurmanız gerekiyor.

Adını koyalım mı? 2050’ye kadar demansı azaltmak, önlemek istiyorsanız yaşamın ve yaşamı üretim biçimimizin devrimci bir biçimde değişmesi gerekiyor. Örneğin İstanbul’un boşlaması ve Anadolu’nun yeniden yerleşime açılması gerekiyor. Komünist fabrikalar, büyük çiftlikler etrafında yaşamın yeniden örgütlenmesi gerekiyor. Yeni bir ülke, yeni bir cumhuriyet gerekiyor.

Yoksa…

İstatistikler ortada.

Demans ve dekadans, devrim diyor.

[Yazıyı bir şarkı ile bitireyim. Madem konumuz demans ve devrim, o zaman son yılların dikkat çeken müzisyenlerinden birinin, Michael Kiwanuka’nın bir şarkısına gidelim. Klibini Küba’da çektiği bir şarkısına. Yaşlı sağlığı konusunda da oldukça başarılı olan Küba’ya selam verelim ve güzel bir oyunculuk eşliğinde Havana sokaklarında dile gelen Always Waiting’i dinleyelim. Unutuş ve hatırlama için.]