İşyerlerinin, okulların, üniversitelerin nasıl çalışacağına karar vermek, salgın koşullarında toplumsal yaşamın sürmesini, salgının bastırılmasıyla birlikte başarmak için bile önce bunların kendisine el koymak gerekiyor. İyi de o zaman ona darbe değil devrim deniliyor!

Darbe çözüm olur mu?

“Nerden çıktı şimdi bu?” diyeceksiniz.

Kim olduğu önemli değil, zihni genç, kendisi oldukça genç bir arkadaş, ilan edilen yasaklar, edilemeyen karantinalar, açılan okullar, açılamayan okullar filan derken, Covid-19 için böyle bir ihtimali hatırlattı.

Düğün yapmaması gerekenler düğün yapıyor, işyerleri açık ama otobüse ayakta binilmemesi gerekiyor. Otobüse ayakta binilmemesi gerekiyor ama işe gidebilmek için insanlar otobüse ayakta biniyor. Kürsüden “akıllı olun, düğün filan yapmayın, diskoteğe gitmeyin, iki hafta evinizde dursanız ne olur” türü konuşmalar yapan başbaşganlar, bakakalanlar “aslında önemli olan psikolojik mesafe” demeye getiren mitingler düzenliyor.

Kimse de bir şey diyemiyor. Bu karmaşanın içinde kimse kimsenin dalgasına taş atamıyor.

Bir arkadaşım “neden ‘düğünler yasaklandı’ diyemiyorlar biliyor musun?” dedi, “düğün salonları rezerve edilmiş, kaporalar verilmiş. Bitti, yasaklandı dediklerinde sadece salonları bir anda kapatmış olmayacaklar. Bir de yapılmış rezervasyonlar var! Zaten beli bükülecek salon sahipleri bir de paraları iade mi edecek?”

Öyle midir? Olabilir ama bir yerden sonra bu da çok aşılamaz bir şey olmasa gerek.

“Camileri kapattık. Salgın kontrolü bunu gerektiriyor” demek için haftalarca beklediler. Bir avuç meczup dışında Cuma için camiye dayanıp açtırmaya kalkışan da olmadı üstelik. Yine de uzun sürmedi. Salgının yayılması için en münasip görünen “dinsel toplanmayı” bir süreliğine ertelemeyi bile günah sayıp cezalandıracak bir tanrıları olduğundan değil, “kaderimiz” demeyi, “allah büyük” demeyi, “ölüm de allahın emri” demeyi unutturmamaları gereken bir ümmetleri olduğu için.

“Vazgeçin bu dönemde şu düğünlerden, yemekli merasimlerden, buralardan aldığımız olumsuz haberler bizleri üzüyor. Nikah törenleriyle bu işleri bitirmek suretiyle bu dönemi gelin atlatalım” demek için Eylül ayını daha doğrusu vakaların artık gizlenemez şekilde patlamasını bekledi Erdoğan. Üstelik, “bu bilmemneler de fazla olmaya başladı. Bakacağız onların da işine” dediği günün ertesinde memlekette ne kadar “bilmemne” varsa toplanan Erdoğan, olabilecek en iktidarsız, en ricacı haliyle söyledi bunları.

Ya ne olacaktı? Dinin, dinsel inanç ve ritüellerin toplumsal yaşamın her alanında hep son sözü söylemesi için 18 yıldır bulabildiği her fırsatı değerlendiren bir gerici iktidar, “bunların biraz geri planda tutulacağı zamanların da olabileceğini” mi savunacaktı? “Bilimin gerekleri bu koşullarda dinimizin gereklerini bastırıyor” mu diyecekti!

Yapamaz mıydı?

Aslında yapabilirdi.

“Darbe çözüm olur mu” başlığı sizi yanıltmasın. Salgının kontrol altına alınamamasında, iktidarın bir türlü bilimin ışığında kararlar vermeye yanaşmamasında aslan payı “şeriatçılığa” filan ait değil. Yani “şu şeriatçı kafanın bir türlü hale yola koyamadığı salgın mevzunu kontrol altına almak için ordu idaresi filan lazım” diye hiç aklınızdan geçmesin.

Asıl mesele, bu ülkenin, kapitalist Türkiye’nin yönetenlerinin asıl elini kolunu bağlayan mesele başka bir yerde...

Milyonlarca emekçi işe gidiyor, her sabah. O “kovid kokan” otobüslerle. Başka türlüsü olamaz. İşyerleri, düğün salonlarıyla yarışıyor. Daha doğrusu aslında başından beri virüsün harman olduğu yer işyerleri.

Ve emekçiler, her sabah işe gidenler için en büyük korku Covid-19 değil. Salgın yüzünden işyerinin kapanması. Sokağa atılmak!

“Hayat zorlaşacak belki ama canını kurtaracak” diyemezsiniz. Çünkü bu durumda yapmak zorunda kalacağı şey büyük ihtimalle hayatını daha büyük bir riske sokmak olacak. Belki bir tanıdığın taksisinde vardiya alacak. Belki daha önce yanaşmadığı bir başka işi arayıp kabul edecek. Daha kötü, daha güvencesiz ve kesinlikle onu daha az insan yerine koyan bir işi. Büyük olasılıkla da iş bulmak için sokakları arşınlayacak!

Internet’ten arasa ya! Evinden çıkmadan...

Diyenler olacaktır. Internet’ten iş aramak, linktina ya da kariyernoktanete tıklayıp, özgeçmiş yenilemek, ilanlara bakmak... Her iş için olmuyor o.

Feysbukuna büyük bir iyi niyetle “insanlara inanamıyorum, iki hafta evimizde dursak bu sorun çözülecek ve yok! Maskeyi de indirmiş burnunun altına” yazabilenlerin aklına ilk gelen şey herkes için geçerli bir yol değil.

Üstelik geçerli yol olsa ne fark eder? Bulacağı işin, “Covid-19 yüzünden kapanırsa yandım” diye düşündüğü işyerinden daha güvenli olmayacağını söylemeye bile gerek yok.

Yine de naif bir soruyla devam ediyoruz...

Peki o kadın ne olmuş?

Sosyal medya, kerameti kendinden menkul “bilgeliklerin” ve hezeyan bağımlılığının dev bir kanalizasyon borusu içinde akıp bir insan okyanusuna kavuştuğu bir alan haline geldi.

Buralardan yayılan bir “mesel” takıldı gözüme. Gerçek olduğunu sanıyorum, zira hikayeyi anlatan kişi, yeri yurdu, kimliği belli olan bir uzman hekim. Böyle hikayeler bazen “ibret olsun” diye de uyduruluyor ama bu öyle değil.

Hikayenin orijinal şekli şöyle:

“Bir doktor çiftin hikayesini dinledim az önce. Çocuklarına bakan bakıcı toplu taşıma kullanmasın diye hergün evinden alınıp evine bırakılıyor doktor bey tarafından. Beriki düğün dernek geziyor bu arada haber etmeden. Şu an doktor bey entübe, yoğun bakımda, eşi ve çocuğu pozitif evde”

Çok ama çok yayılmış bir hikaye bu.

Ve gerçekten inanamıyorum. Hikayeye değil. Bir tek kişinin de çıkıp şu soruyu sormamış olmasına: Peki bakıcıya ne olmuş? O, ailesi... Onlar ne durumda?

Varsayımsal düğün dernek gezen bakıcıdan kime ne! Değil mi? (Bu arada konuyla ilgili bir yorum da şöyle olmuş:

“Galiba zamanında Heidelberg de ilaç deneyleri için mahkumlar ve evsizleri kullanıyorlardı. Bence bu bakıcı gibi insanları kullanmalıyız. Yazık farelere. Tıp ülkemizde çok hızlı gelişir. Bir de tecavüzcüler var. Alın size milyonlarca denek. Farelerden ne istiyorsunuz?” Bu yorumu yapan kişi muhtemelen ülkenin bir şeriatçı faşist rejime doğru gittiğine inanıyordur. Kurduğu cümleleri niteleyebilecek tek ifadenin "faşistçe" olduğunu da hiç düşünmeden.)

Ne diyorduk?

Ha darbe! Teknokratlar hükümeti filan...

Yani bundan söz eden yok şu anda ama söz eden olursa söze nerden başlayacağını da görmüş oldunuz.

Olmaz artık ama olsa da bir cunta çıkıp memleketi bir teknokratlar hükümetine verecek olsa...

İşe düğüne giden bakıcıları doğrayarak başlayacaklar!

Diyor ki, “bir darbe yapılırsa, yapanlar alınmayan tüm önlemleri alırlar. Kapatılması gereken tüm işyerlerini kapatırlar. Karantina, toplu taşımada önlemler... Ne gerekiyorsa yaparlar?”

“Yahu” diyorum, “darbe yaparlarsa dediklerin zaten bu devletin bir parçası, yine insanları değil fabrika sahiplerini, patronları düşünecekler. Hatta belki de halkın sağlığına hiç de iyi gelmeyecek bazı adımları, bu hükümet atamazken, onlar sopa zoruyla atacaklar. Hastalık olan işyerlerini kapatmayacaklar: Sağlıklı, hasta tüm işçileri içine doldurup, burda yatıp burda kalkacaksınız diyecekler belki. Ailenizin sağlığını kurtarıyoruz, hadi bize dua edin diyerek.”

“Elbette. Ama varsayalım ki, başka türlü bir darbe yapıldı. Yani ben mesela darbe yaptım.” 

Hımm.

Çözüm olmaz mı?

Diyelim ki bir “aklın” elinde toplandı bütün güç. “Düğün yapmayın” diyor yapmıyorlar. “Barları kapattım” diyor barlar kapanıyor hem de “alın bu parayı da çalışanlara dağıtın, kapalı olduğu süre boyunca aç kalmasınlar” diyerek. İşyerlerine kadar uzanıyor bu “akıllı gücün” salgınla mücadele programı.

“İşte Çin’deki gibi mesela” diyor bizimki.

Lakin...

Küçük bir sorun var.

Türkiye kapitalizmi, herhangi bir “akıllı gücün” tüm verilerini elinde toplayıp, yön verebileceği, yön vermekten vazgeçtim rota çizebileceği bir yapıda değil ki!

Büyüklü küçüklü atölyeler, taksiler, korsan taksiler, minibüsler, halk otobüsleri, dolmuşlar, vapurlar, vapur bile olmayan motorlar...

Bu karmaşanın salgınla mücadeledeki zaafları sadece “yönetim”le mi ilgili?

Doğru, sermayenin, mülk sahiplerinin, patronların çıkarları doğrultusunda kararlar alan, en başta bu yönde adımlar atan, hastalanan insanları ya da işini kaybetmemek için hastalıkla burun buruna yaşamaya razı gelmiş emekçileri değil, gerekiyorsa tüm hastaları fabrikasına doldurup üretim yapıp, ihracata mal sevk etmeyi aklına koymuş patronları düşünen bir iktidar rezaletin merkezinde duruyor.

Fakat, büyük bir iyi niyetle işleri yoluna sokmak için “iktidara el koyup” uygun ve akılcı kararlar alarak memleketi salgından kurtaracak bir “iyi huylu cuntanın” (niyetinin ne olacağını bir an için unutalım) zaten söz geçiremeyeceği bir kapitalist kaos içinde yaşıyor ülke.

İşyerlerinin, okulların, üniversitelerin nasıl çalışacağına karar vermek, salgın koşullarında toplumsal yaşamın sürmesini, salgının bastırılmasıyla birlikte başarmak için bile önce bunların kendisine el koymak gerekiyor.

“E tamam işte. Bunu yapacak mesela...” diyor

İyi de çocuğum, o zaman ona darbe değil devrim deniliyor!