Çürümüş düzenin sonu hiç parlak değil. Bunu söylemekte ne bir yenilik var, ne de hatta bir bilinmezi açığa çıkarma özelliği. Ama bir sakınca olduğu görülüyor, iki yanlı bir sakınca.

Çürümüş bir düzenin encamı

Şu sıralarda, düzenin çürümüşlüğünden söz edilecekse, salgın ve yönetiminden daha verimli bir başlık var mıdır acaba? Sanmıyorum. Salgın manzaralarına rasgele bir göz atmak bile bir yığın malzeme sunabiliyor. Oradan başlayalım ve çok da rasgele olmayan bir bakışı deneyelim.

Öyle bir bakışla ilk göze çarpanlardan biri, muazzam sıfatının hiç de abartılı görünmediği bilgi kirliliği oluyor. Aslında, bilgi kirliliğinin çağdaş kapitalizmin yol açtığı bir durum, aynı zamanda, ideolojik mücadelesinde çok yararlandığı bir araç olduğu söylenebilir. Bunun bir de yan ürünü vardır: Bilgi kirliliği, kapitalist demokrasinin nimetleri arasında sunulan düşünce ve anlatım özgürlüğü masalının da bir tür külfetidir; öyle denmez mi, her nimetin bir külfeti olur işte! Her kafadan bir ses çıkar, özgürlüğün gereğidir. O arada, gerçekliğe ulaşmak için gerekli nesnel veriler çeşitli yollarla gizlenir, çarpıtılır, anlaşılmazlaştırılır. Sonuç olarak, halk karşı karşıya bulunduğu kötülüklerin nedenlerini de olası sonuçlarını da kavrayamadan egemenlerin açıklamaları ve yaptıklarıyla yetinmek zorunda kalır.

Hemen bununla birlikte ortaya çıkan bir gerçeklik de yönetilenlerin, sömürülenlerin, ezilenlerin yönetenlere, sömürücülere, ezenlere karşı duydukları güvensizliktir. Ama, deyim yerindeyse, çaresiz bir güvensizliktir bu. İnançlı halkımız güvensizliğinin en üst aşamasını anlatmak için “onun Allah bir dediğine inanma!” der. Öyle bir güvensizlik.

Hiç bitmeyecekmiş sanılan bir karabasana dönüşen salgının ortaya çıkardığı bir ideolojik/kültürel/dinsel olgu da çareyi yaradanda ve onun bağlantılılarında arama eğilimidir; böyle ciddi ciddi yazılacak kadar yaygınlık gösterdiğinden söz edilebilir. Sık sık gündelik haberlere konu olduğu görülen bu eğilimin, resmi salgın yönetiminin de ayrılmaz parçası olduğu görülmektedir. Nitekim, her konunun olduğu gibi salgın yönetiminin de bir numarası, ilk günlerdeki söylevlerinden birinde bu belayı da “sabır ve dua ile” savuşturacağımızı açık açık dile getirmişti. Bugün gelinen noktada, “temizlik, maske, mesafe” biçiminde yinelenip duran sloganın “3 m” olarak değiştirilmesi yerinde olacaktır. Temizlik imandan geldiğine, bu da elhamdülillah halkımızda bulunduğuna göre,  bunu tekrar etmeye gerek yoktur ve onun yerine “muska”nın m’sini koymakta isabet vardır.  

Ancak, benzer durumların pek gelişmiş kapitalist ülkelerde de ortaya çıktığı görülmektedir. Geçenlerde, o ülkelerden biri sayılan Almanya’da, aşı karşıtı gösteri yapan sağcı bir güruhun Robert Koch Enstitüsü’ne saldırdıkları haber veriliyordu. Hani şu, bizim Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü’ün kapatılışı eleştirilirken örnek gösterilen prestijli enstitü. Bu örneğe bakarak, bizdeki bilim düşmanı gericiliğin, hiç olmazsa, oralardaki kadar sokaklara dökülmüş bir saldırganlığa dönüşmediğini öne sürebilir miyiz? Böyle düşünürsek, iyimserlik ihtiyacı çok artmış olsa da dozunu kaçırmış mı oluruz? 

***

Salgın manzaralarını bir yana bırakıp merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki itişmeye gelelim. İtişme sözcüğü gerçeğe uymaz görünüyorsa, yerel yönetimlerin merkezi yönetimce engellenmesi de diyebiliriz.

Son örneklerden birinin ortaya çıkışı geçen haftaydı galiba. Ülkenin en büyük kentinin belediyesinin üretip piyasadaki en düşük fiyatın 50 kuruş altında satışa sunduğu ekmeği alabilmek için yüzlerce yurttaş kuyrukta bekliyordu. Yoksulluğun ulaştığı boyutların sıradan  bir göstergesiydi. Bunu bütünleyen görüntü ise belediye meclisinde ortaya çıktı ve o yurttaşların kuyrukta bekleme süresini kısaltacak öneri, merkezi yönetimdeki koalisyonun yerel meclisteki yansımasının oylarıyla reddedildi. Bunun mantığını göstermek, anlayabilmek kolay değildi. Yerel iktidardaki muhalefet koalisyonu açısından kayda değer bir başarı göstergesi sayılmazdı; dolayısıyla, o başarıyı önlemek için yapılmış olamazdı. Buna karşılık, küçücük bir hakkın ya da imkânın bile yoksul insanlardan esirgenmesinin o insanlar üzerinde ve durumu öğrenecek öteki yoksullar üzerinde yaratabileceği tepki, oy peşindeki düzen politikacıları için umursanmayacak bir engel sayılmazdı. Yoksa, merkezi iktidardaki koalisyonun büyük ve küçük ortakları açısından artık oy peşinde koşmak söz konusu olmayacak mıydı? Ya da, zamanı geldiğinde, bu olayı unutturmanın türlü yollarını bulacaklar mıydı?

Soruları uzatmadan, siyasal iktidar ile düzen içi muhalefet arasındaki gündelik siyasal kapışmanın kayıkçı kavgası görünümüne bürünmesine  değinebiliriz. İsteyen, bunun örneklerini her günkü pek hararetli atışmaları izleyerek kolayca bulabilir. Yalnız, bulabilmek için dikkat edilmesi gereken noktalar var: Örneğin, o her gün atışıp duran taraflar, haklarını savundukları arasında hiç şaşırmadan sanayiciyi, yatırımcıyı, iş sahası yaratanı, bazen bunların birkaçını bazen tümünü sayıyorlar mı? Örneğin, soyguncu, sömürücü deyince akıllarına ve dillerine “beşli çete”den başkası da geliyor mu? Örneğin, dış politika denilen konular açılınca hemen milli birlik ve beraberlik ağzıyla konuşmaya başlıyorlar mı? 

Uzatmayalım ama, “kayıkçı kavgası” deyiminin anlamı üzerinde kısaca durmakta yarar olabilir. Kuru gürültü denebilecek bir tantanayla yürütülen, belli bir sonu ve sonucu olmayan ağız dalaşı demek oluyor bu deyim. Nereden çıktığına ilişkin söylentiler ise daha ilginç: Çok eskiden Haliç’in iki yakası arasında yolcu taşıyan kayıkçılar aralarında göstermelik, diyelim  kimsenin denize düşmesine yol açmayan, sözüm ona kavgalara tutuşurlarmış. Daha sonraları bu kavgalar Yeni Cami önlerine doğru kaymış ve kayıkçılar gürültülü patırtılı, ama bir tür gösteriden öteye gitmeyen döğüşlere girişir olmuşlar. Daha önemlisi şu: Aynı söylentilere göre, asıl amaçları, bu sözde kavgaları seyretmek üzere çevrelerine toplaşan insanları soymakmış. Bugünkü kayıkçı kavgalarına benzediği söylenemez mi?

***

Başlıktaki “encam” sözcüğü artık pek kullanılmıyor. Farsçadan dilimize girmiş bir sözcük bu. Bir zamanlar girmişse de, epeydir çıkmış, demek daha doğru belki. Bu işin, bu gidişin sonu anlamına geliyor. Çürümüş düzenin sonu hiç parlak değil. Bunu söylemekte ne bir yenilik var, ne de hatta bir bilinmezi açığa çıkarma özelliği. Ama bir sakınca olduğu görülüyor, iki yanlı bir sakınca.

On beş yıl kadar önce de yazmıştım. Gelenek dergisinin Temmuz 2006 tarihli sayısında. Böyle doğrular, temelindeki nesnellikler değişmedikçe, ne eskir ne de geçerliliğini yitirir:

“Çürüme, emperyalizm aşamasında, kapitalist toplumun çıplak gözle görülebilir, gittikçe yaygınlık ve derinlik kazanan bir özelliği, belirtisi, çaresizliği durumuna gelmiştir. Onun kaçınılmaz yıkılışının hem habercisi hem de hızlandırıcısıdır. Bütün bunları yazıp söylemekte bir sakınca yok. Ancak, ölçüyü kaçırmamak koşuluyla. Birçok durumda olduğu gibi burada da ölçü, işin rengini değiştirecek, daha uygun bir anlatımla, özünü etkileyecek kadar önemlidir. Ölçünün ölçüsüzlüğe dönüşmesinin bir örneği şurada ortaya çıkıyor: Kapitalizmin ya da çağımızın kapitalizmi olan emperyalizmin olağanüstü boyutlardaki çürüme süreci, eninde sonunda ve kendi başına, onun çöküşüne yahut yıkılışına varacaktır. Bir bakıma, (…) çürümenin önü alınmazsa ve alınamadığına göre, ölüm kaçınılmazdır, denilmiş oluyor. Bunu söylemenin son derece sakıncalı olduğunu, hemen ve çok açık biçimde  vurgulamak zorundayız. Söylenmesi o kadar değil, sadece söyleyip geçmek çok büyük sakınca yaratmayabilir belki; ama bunun beklenmesi, insanlığın kurtuluş umudunun başlangıcı olan yıkılışı geciktireceği, hatta bekleyiş sürüp gittikçe imkânsızlaştıracağı için, gerçek anlamda bir felakettir. Çürümekte olanın yıkılması, ancak, çürümeden en az sorumlu iken ondan en büyük acıyı çekenlerin bilinçli, iradi çabasıyla mümkündür.

Bununla da biraz ilgili sayılabilecek ikinci nokta ise şu: Buraya kadar çürüme sürecinin ya da olgusunun kapitalizmle ilgili olduğunu, ondan kaynaklandığını ve onun içinde gerçekleştiğini vurgulamış olduk. Bunun kapitalizmin yıkılışı açısından, bunu amaçlayanlar ve bu amaçları doğrultusunda mücadele edenler açısından bir kolaylaştırma etkisi yaratacağını, bu anlamda bir ‘avantaj’ oluşturacağını düşünmekte bir yanlışlık yok. Ama çürümenin sadece kolaylaştırıcı bir etkiye yol açtığını düşünmek doğru değil; çünkü, bu olgunun zorlaştırıcı etkisi de var. Zorluk şurada ortaya çıkıyor: Çürüme ve uzantıları, son derece bulaşıcı bir özellik gösteriyor; emperyalizmin kendisi kadar yayılmacı bir eğilim içinde bulunuyor. O kadar ki, bu bulaşma ve yayılma, deyiş uygunsa, ‘yapı’nın dost öğelerine yönelmekle kalmıyor, düşman öğeleri de etkiliyor. Sadece bir ayağı çukurda olanlar değil, ünlü benzetmeyle, “mezar kazıcılar” da, kimileyin değişik biçim ve ölçülerde, kimileyin tam da ötekiler gibi, çürümeye maruz kalıyorlar.”