Cumhurbaşkanına hakaret suçunun unsurlarında açık belirsizlik varken, mağduriyetin hangi konuyu içerdiği inceleme gereği dahi duyulmadan fazlasıyla geniş bir uygulama ve aşırı yaptırım söz konusu.

Cumhurbaşkanına hakaret suçu anlam ve içeriğini kaybetmedi mi?

Başkanlık rejimi üzerine inceleme, araştırma ve değerlendirmeler yapılıyor olsa da enine boyuna, açık, net, doyurucu ve sağlıklı bir somut durum analizine girildiğini; kişi ya da partiye sıkıştırılarak anlatılan ya da yapılanların rejim yönünden yeterli ses getirdiğini söylemek güç. 

Güçlü parlamenter rejime geri dönüşün ötesine geçilemiyor. Ama yalnız yeni dönemde değil, önceki rejim döneminde de parlamentonun Anayasadaki demokratikliğe ne kadar yaklaştığı, siyasi iktidar çoğunluğuna ne kadar tutsak kaldığı, sermaye sınıfının çıkarına yasaları çıkarırken emekçileri nasıl mağdur ettiği gibi birçok konu tartışılmıyor.    

2020’nin pandemi dönemiyle geçmiş olması bir yana birçok faktör başkanlı rejime el atmayı etkiliyor. Her halde en önemlisi de siyasetsizlik ortamı, başka deyişle düzen içi muhalefetle siyasal iktidarın aynı siyaset etrafında dolanıp durması.  

Bir başka sorun, somut durum analizi olsa da eleştirinin hakaret olarak nitelendirilmesi korkusu. Eleştiri ile hakaret sınırı, “cumhurbaşkanına hakaret” suçu ve cezası kapsamında o kadar belirsiz hale getirildi ki... Davalar sürekli artıyor; yargı, eleştiri ve hakaret arasındaki bu belirsizliği daha belirsiz hale getirmek için elinden geleni yapıyor.  

Konu “lider” algılamasına, “öldürme ve yaralamalara” kadar genişletildi. Bu da siyaseti sınırlamanın, bireyselleştirmenin, düzenin çemberi içinde tutmanın ve örgütlü siyasetin üzerine kalın perde örtmenin bir başka yolu. Çözüm de belli: zorlayıcı ihtiyaç, yaptırım…

Deniliyor ki bir asliye ceza mahkemesi kararında; “Türk toplumunun önemli bir kesiminin kendilerini siyasi liderleriyle özdeşleştirdiği, liderlerine yapılan ve kamuya yansıyan hakaretleri kendilerine yapılmış gibi algılayarak aşırı reaksiyon gösterdikleri, bu hakaretlerin toplumdaki kutuplaşmayı artırdığı, hakaret ve sövme fiillerinin, adi olaylarda dahi birçok öldürme ve nitelikli yaralamalara sebebiyet verdiği gözetildiğinde, bu fiillerin orantılı bir yaptırıma bağlanmasının toplumsal barışın ve kamu düzeninin korunması bakımından da demokratik toplumda zorlayıcı bir ihtiyacın karşılanması kapsamında değerlendirilmesi gerekir”.

Olayların düzenle, koşullarla, siyasi faaliyet hakkıyla bağlantısı kurulmadan tehlikeli bir genelleme yapılırken bir yandan aba altından sopa, bir yandan ihbarcılığa davet yok mu? Siyasi partiler ve kişiler, siyasi faaliyet gösteren iktidar karşısında siyasetsizliğe sıkıştırılıyor.     

Artık Anayasada adı cumhurbaşkanı olarak geçen statü için üç görev ve sıfat var:

(i) Devletin başı olan, Devlet başkanı sıfatıyla “Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini” temsil eden; göreve başlarken Anayasada yazılı şekliyle andiçen; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temsil eden ve Anayasada bu sıfatla kendisine verilen görev ve yetkileri yerine getiren cumhurbaşkanı.

(ii) Ulus egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre kullanan yetkili organlar (yasama, yürütme, yargı) arasında yer alan, “yürütme yetkisi ve görevi”ni “Anayasaya ve kanunlara uygun olarak” kullanan ve yerine getiren, hükümeti ve siyasal iktidarı temsil eden, program ve politikalarını uygulayan cumhurbaşkanı.

(iii) Bir siyasi partinin üyesi, çeşitli kademelerde yöneticisi, başkanı olabilecek cumhurbaşkanı.

Bu üç görev ve yetkinin bir kişide toplanmasında mevcut Anayasada engel yok.

Sorun şu: Türk Ceza Kanununun (TCK) “cumhurbaşkanına hakaret” suçunu gösteren 299. maddesi karşısında bu üç görevin, sıfatın, statünün durumu nedir? Bu görevlerin iç içeliğini ileri sürerek yürütme görevini yerine getiren kişiye veya siyasi parti başkanlığı görevini yerine getiren kişiye hukuken bir hakaret söz konusuysa, bu hakaret cumhurbaşkanına yapılmış sayılabilir mi? Ya da aynı anda üç görevi de içine alan bir konuşmaya karşı, ikinci veya üçüncü görevler esas alınarak yapılan bir eleştiri hakarete sokularak cumhurbaşkanına hakaret suçu kapsamına alınabilir mi?

Örneğin, Cumhurbaşkanına hakaret suçuyla aynı bölümde (m. 301) “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini alenen aşağılama” suçu da bulunmaktadır. Yani TCK’de, cumhurbaşkanı ile hükümet ayrılmıştır ki bu ayrım hukuksal olarak da doğrudur. “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti” başta uluslararası olmak üzere birçok alanda ve faaliyette muhatap ve sorumlu organdır. O zaman, hakaret suç ve cezası da farklılaşacaktır. Bir siyasi parti genel başkanının hakaretten doğan mağduriyeti için ayrı kuralın çalışacağı da kuşkusuzdur.

Bir hakaret suçu varsa eğer, yürütme faaliyetlerini yürüten kişiye hakaret ile cumhurbaşkanına hakaret suç ve ceza hukuku bakımından aynı değildir. Yürütme devlet değil, devlet içinde bir organdır. Devletin başı olan, Türkiye Cumhuriyetini temsil eden cumhurbaşkanının şeref ve saygınlığı ayrıca koruma altındaysa, bu durum yürütme görev ve yetkisini ya da siyasi parti başkanlığı görevini kullandığı durumlarla özdeşleştirilemez.

Anayasa, “demokratik hukuk devleti” niteliğiyle yalnızca iktidar siyasetini değil buna karşı siyaseti ve siyasi faaliyet hakkını güvence altına almıştır.  

Siyasetteki eleştiri dozu ve karşı propaganda esnekliği bellidir. Rahatsız eden, mat eden, abartılı, tahrik edici, sarsıcı ve çarpıcı düşünce, söz ve eylemler siyasetin olağanıdır. Siyaset, emekçi halk üzerindeki sınırlamayı, baskıyı, eziyeti, hükmetmeyi, sömürüyü hız kesmeden sürdürüyorsa; sermayenin sınırsız tahakkümü için seferber olmuşsa, “aman dikkat, ‘sağ-sol kalmadı’, uzlaşmacılık dönemindeyiz, istikrarı bozmayalım” diye gerçeklerin anlatılmasından kaçınılmaz.   

Siyasi dili, nitelendirmeleri ve eleştirileri katı bir hakaret tanımı ve suçuyla sınırlandırmak siyasi faaliyet hakkını, toplum ve siyaset birlikteliğini, bu kapsamda düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü ve anayasal ilkeleri zedeler. 

Eğer hakaret suçunun unsurlarının belirlenmesi ve karar süreçlerinde görevler ve statüler ayrıştırılamıyorsa, yargıç karar için gerekli incelemeleri yapmıyorsa ortada açıkça belirsizlik ve öngörülemezlik vardır ki, bu durumda hukuksal güvence ve kanunilik ilkesi sakatlanmış olur. Yargıç gerekli inceleme ve araştırmaları yaparak doğru tanımı ortaya koymak, varsa hakaretin hangi sıfata karşı, hangi somut koşullarda yapıldığını saptamak zorundadır.  Kanunla korunan cumhurbaşkanıdır, yürütmeyi ya da bir siyasi partiyi temsil eden kişi değildir.         

Cumhurbaşkanına hakaretle ilgili (299.) maddenin Anayasaya aykırılığı başvurusunu inceleyen ve aykırı bulmayan Anayasa Mahkemesi kararı (E.2016/25) 2016 yılında verilirken, cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişinin ayrıca iki görevde daha bulunabileceğine ilişkin Anayasa değişikliği yoktu ve ceza siyaseti buna göre belirlenmişti. Nitekim AYM de kararını, “cumhurbaşkanının temsil ettiği değer ve fonksiyonlar” üzerine kurdu. Cumhurbaşkanı yönünden ceza ile korunan hukuksal yarar, yani “cumhurbaşkanının şeref ve saygınlığı” yürütmeyi kullanan veya siyasi parti başkanı olan kişi yönünden geçerli olamaz.

Kaldı ki İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarında ve Venedik Komisyonu (Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu) raporlarında cumhurbaşkanı için ayrı bir suç ve ceza nitelendirmesine gidilmemesi konusunda uyarılar yer almakta.*

TBMM Başkanı Şentop da belirtti; “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nde tarafsız cumhurbaşkanı olmaz. Şentop’a göre cumhurbaşkanı; "Siyasi parti genel başkanı olabilir, olmayabilir, bir mecburiyet yok ama bir siyasi parti üyesiyse, bir siyasi partinin genel başkanıysa, yetkilisiyse şüphesiz taraflı birisidir".

Buradan bir sütun daha açılıyor. Üç sıfatlı cumhurbaşkanı, hangi sıfatıyla yaptığı belli olmaksızın siyasi partilere, siyasilere, kurum ve kişilere, halkın bir kesimine ithamlarda, haksız tahriklerde bulunursa ne olacak?

Cumhurbaşkanının, artık üçü de siyasi olan sıfatı karşısında cumhurbaşkanına hakaret suçunun unsurlarında açık belirsizlik varken, mağduriyetin hangi sıfatı ve konuyu içerdiği inceleme gereği dahi duyulmadan fazlasıyla geniş bir uygulama ve aşırı yaptırım söz konusu. TCK’nin 299. maddesinin başkanlı rejimden önceki anlam ve içeriğiyle uygulanabilirliği artık kalmadı. 

Siyasi faaliyet dahilinde söz ve eylemlerin, eleştiri hakkının, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün hakarete sokulmasındaki ağırlık, hukukun ve yargının da desteğiyle siyasal iktidarın tercihi olurken sermayenin “sükut ikrardan gelir”i ve düzen istikrarını anımsatan sessizliği de gözler önünde. Bunun karşısında tabii ki tarafsız olunamaz, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın tarafı olunur.

*Ayrıntılı çalışma için Bkz. Av. Özge Demir, çalışması