Elimizde sesi henüz pek duyulmamış, geçmişte bir kez yaşanmış ve şimdi yeniden kurulmayı bekleyen gelecek güzel günlerin formülü bulunuyor.

Çok uzakları düşünmeye gerek yok, yakın geleceğimiz sosyalizmdir

Zaman zaman genç kuşakların, farklı toplumların inançları ve dini kurumlarla ilişkilerini incelemek amacıyla yürütülen araştırmaların sonuçları “Gençler dinden uzaklaşıyor mu?” şeklinde bir başlık ile haber sitelerine, medyaya servis ediliyor. Bu başlık ilgi çekici bir başlık olsa gerek. Yoksulluğun, adaletsizliğin öfkesini dinselleştirmeyle terbiye etmeye çalışan iktidarların karşısında gölün maya tutmadığının ifadesi denilebilir sanırım. 

Bizde de Cumhurbaşkanı’ndan, Diyanet’ine; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmet Bakanlığı’ndan, eğitim, sağlık her yere sirayet eden dini uygulama ve söylemlerle beraber çöküşü ve çürümeyi hızla yaşıyoruz, yaşamak zorunda bırakılıyoruz. İçinde devinmeye devam ettiğimiz sistem kızgın alevleriyle üstümüze doğru geliyor ama toplumun ufkunda bu alevlerden kurtuluşun yolu ya da ‘gelecek güzel günler’ diye toplumsal bir tahayyül bulunmuyor. Dar boğazı ise herkes yaşıyor. Bu dar boğazda sabır edin deniyor, yoksula sadece sabır etmesi öğütleniyor. Sabrın sonu ise ancak öte dünyada selamet. 

Peki ya burada yaşadıklarımız hesabı nasıl sorulacak?

***

Birkaç haftadır Bekir Ağırdır’ın ‘Hikayesini Arayan Gelecek’ isimli yeni çıkan kitabı dikkatimi çekiyor. Gelecek geçen bir başlık ister istemez gençliği de çağrıştırıyor. Kitabın öncesinde ise bir süredir ‘Sayıların Dili’ isimli programda Murat Sabuncu ile birlikte gençlere, topluma, toplumdaki arayışlara yönelik yorumlarda bulunuyor. Kitap yürütülen tartışmaların yazıya döküldüğü hali denilebilir belki. Kitaba da programlara da dileyen bakar. 

Bazı tespitleri bulunuyor Bekir Ağırdır’ın. Daha çok metropollerde, büyük kentlerde doğan yeni neslin, içine doğduğu hız, kentli yaşamın yaşam pratikleri, farklı kesimlerin birbiriyle daha fazla temas olanakları sayesinde değişimin mümkün olduğunu, bu sebeple de iflah olmaz romantik bir iyimser olduğunu söylüyor. Bana kalırsa tek başına bunlar iyimser olmak için yeterli değil. Ya da benim için iyimserliğin kaynağında kendiliğinden meydana gelecek değişimlere, akıntıya kapılmak bulunmuyor. Mücadele olmadan, örgütlü siyaset yapmadan her şeyin kendiliğinden düzlüğe çıkacağını düşünmüyorum.  

Toplumun birbirine daha fazla temas olanağının olması önemli. Aynı mahallede oturan Kürt ile Türk iki annenin EBA ile başlarının dertte olması aynı tarafta olduklarını görmelerini sağlayabilir örneğin. Bunun yanında kendisinin gündelik yaşamındaki dertleri ile patronunun gündelik yaşamındaki dertleri arasındaki uçurumu da görmesini sağlayabilir. Ancak Ağırdır değişimden duyduğu heyecanı anlatırken sermaye sınıfına bir kez olsun dokunmadan nasıl iddia edebiliyor geleceğin yönünün olumlu olacağını? 

Bugün hem Dünya’da hem de Türkiye’de siyasi iktidarlar sağa eğilim gösteriyor ve otoriterleşiyor, milliyetçi akımlar yükseliyor. Hatta Ağırdır kendi araştırma şirketinin sonuçlarında Türkiye’deki gençlerin MHP, İyi Parti ve HDP’ye oy vermeye daha yatkın olduklarını belirtiyor. Bu kadar açıklamanın yetersiz olduğunu belirterek, milliyetçi söylemlerin bulduğu karşılıktan azade tutabilir miyiz bu yönelimi?

Kitaptan devam edelim, bugün topluma sunulan tüm gelecek senaryolarının distopik olduğunu söylüyor Ağırdır. Kapitalizmin elinde daha iyisi yok ki. Elinde olmaması çaresizliğinden ya da görmediğinden değil, kazandıklarını kaybetmek istememesinden kaynaklanıyor. Bu sebeple bu dünya yerine öte dünyaya işaret ediyorlar. Dinselleşmeyle oluşturulan düzenleme öyle ya da böyle bugün ve geleceğe bir projeksiyon sunuyor, gelecek anlatısı içeriyor. Bunun karşında gençler, işçiler, kadınlar, erkekler korksa da, korkmasa da, inansa da, inanmasa da giydirilmek istenen bu ateşten gömleği giymiyor. Çünkü bu düzende daha fazla nefes alacak alan yok. Öte dünyadaki hesabı bekleyecek zaman yok. 

Bu sebeple geleceğimizi bizler için birilerinin güzel yapmasını ya da önümüze ihtimaller sunmasını beklememek gerekiyor, zaten kimse yapmıyor ve yapamaz işte. Oysa elimizde sesi henüz pek duyulmamış, geçmişte bir kez yaşanmış ve şimdi yeniden kurulmayı bekleyen gelecek güzel günlerin formülü bulunuyor. Bu formülün sesi fısıltı gibi gelse de, yokmuş gibi üstünü örtmeye çalışsalar da var. Adlı adınca o da sosyalizm. 

Nedir sosyalizm? Hani bizde pandemiyle beraber tamamen rafa kaldırdıkları kültür ve sanatın; tiyatronun, sinemanın, romanın hayatın doğal parçası olduğu, kadın sporcuların kıyafetlerinin boyuna siyasi iktidarın ve toplumun tek laf dahi etmediği, disiplinli ve diri yaşamdır mesela. Başka nedir? Gelecekte iş güç kaygısı olmadan okuyan gençler, çocuğun yemeğiydi okuluydu patronun baskısıydı derdi olmayan kadınlar, düşük ücretlere uzun saatler çalışıp evinden ailesinden uzak kalmayan babalar… 

Bizim yaşamak istediğimiz gelecek güzel günler TKP’nin 2007 yılında hazırladığı Toplumcu Anayasa programında yazıyor. O günlerde eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik olacak; sömürü olmayacak. Gereken tek şey beraber kurmak için mücadeleye el uzatmak. Mesela semt evlerindeki görevli bir arkadaşımıza ya da üniversitelerde aydınlık birikimin temsilcisi olan topluluklarımıza bir merhaba diyerek ilk adımı atmanız yeterli…