Osmanlıyı yıkan 'dinsizliktir' dedikten sonra Avrupa’da mücadele arkadaşı Namık Kemal’in 'Hakimiyet-i halk' (Halkın hakimiyeti) tezine karşılık, 'Ulum' gazetesinde 'El Hakimü Hüvallah' (Hakimiyet Allah’ındır) tezini ileri sürmüş ve savunmuştur. Bu arada bir yandan da meşrutiyetçidir. Ancak meşrutiyetin büyük savaşçısı Mithat Paşa’ya da sabah akşam küfür etmektedir.

Çırağan Sarayı baskını ve Ali Suavi

Çırağan Vakası'nın merkezinde saltanatı 30 Mayıs 1876’dan 31 Ağustos 1876’ya kadar süren Beşinci Murat vardır. Osmanlı padişahları arasında sevimlilik yarışması olsa Murat’ı tereddütsüz başköşeye alırdım. Gösterilebilecek aday sayısı doğal olarak pek az olacağından herhangi bir çekişmenin mevzu olacağına da ihtimal vermezdim. Büyük atalarından İbrahim gibi zır deli değildi ama yine de Çırağan Vakası'nın öncesinde üç ay kadar süren saltanatı sırasında biraz, sonrasında gelişen olayların etkisiyle birazdan çok, zihinsel dalgalanmalara uğradığını söylemenin bir sakıncası olduğunu sanmıyorum. Onu benim gözümde sevimlilik mertebesine eriştirenin de bu “az birazın” olduğunu söylemek durumundayım.

Tarihçi İsmail Uzunçarşılı’ya göre açık fikirli, iyi düşünceli, meşruti idareye taraftar biridir Beşinci Murat. Resim yapıyor. Piyano çalıyor. Beste yapıyor. Gayet iyi seviyede Fransızca konuşuyor… Uzunçarşılı onun becerilerini bu kanatlı sözlerle ödüllendirirken aynı zamanda içki sever, müsrif ve mason olduğunu yazarak da eleştiriyor. Bir de çapkın…

Bana soracak olursanız ona yarışmada birinciliği kazandıran Uzunçarşılı’nın son saydığı bu dört özellikten üçü olmalı derim!

Çırağan Vakası'nın merkezinde Murat vardır. 

Amcası Abdülaziz “deli” diye tahttan indirilmiş, Murat tahta oturtulmuş; Murat tahta oturunca delirmiş, bu defa meşrutiyet sözü veren kardeşi Abdülhamit tahta oturtulmuş, Murat indirilmiş; bunlar belgelerle sabit ve biliniyor zira inip binmelerin fetvaları var. Bir yıl geçmeden, meşrutiyetten vazgeçtiğini ilan eden Abdülhamit bu defa; gazeteci, cami hocası, Galatasaray Sultanisi Müdürü Ali Suavi’yi delirtmiş! 

Niyeti Abdülhamit’i indirip Murat’ı tahta oturtmak olan Ali Suavi’nin, tarihe “Çırağan Vakası” olarak geçen bu eylemi birçok tarihçinin ortak görüşüne göre delice bir eylemdir. Böyle okuyoruz.   

Uzunçarşılı’nın yazdığına göre Ali Suavi bu eyleme girişmeden önce İngiliz zevcesine bir de talimat bırakıyor:

“Rivayete göre Suavi, vaka günü Çırağan’a hareket ederken İngiliz olan karısına sarayı yalıdan kontrol etmesini ve şayet bir baskına uğrayıp saray ve rıhtımın karıştığını görecek olursa bütün evrakı derhal yakmasını söylemiş sarayı dürbünle kontrol eden  zevcesi de onun dediği gibi hareket etmiştir.”(İ.Hakkı Uzunçarşılı, Ali Suavi ve Çırağan Sarayı, T.T.K.) 

İngiliz zevcenin talimata harfiyen uyduğu olay sonrasında yapılan aramalarda Suavi’ye ait bir tek satırın dahi bulunamamasından anlaşılmaktadır.

Uzunçarşılı’nın, dönemin mahkeme kayıtlarından, sanık ifadelerinden ve günlük gazete haberleri ile Abdülhamit’e sunulan jurnallerden hareketle “vaka”nın oluşumuna dair yazdıkları neredeyse bütün tarihçilerin ortaklaştıkları bir anonim anlatıya dönüşüyor. Ve şöyle özetleyebilirim:

20 Mayıs 1878 gündüz saat dört buçuk sularında Ali Suavi’nin örgütlediği beş yüz kadar Rumelili “muhacir”in bir kısmı Çırağan’a yakın Mecidiye cami avlusunda toplanırken, bir kısmı da karşıda Kuzguncuk tarafından mavnalarla hareket edip sarayın iskelesine çıkıyor. İskeleye çıkanların başında Ali Suavi…

Avluda toplananlarla iskeleye çıkanlar sarayı iki yandan kuşatıp dış korumaları etkisiz hale getirdikten sonra saraya giriyorlar. Suavi harem dairesine yöneliyor. Uzunçarşılı tam burada mahkeme kayıtlarına başvuruyor. ”Filizten Hanım“ diye başlıyor. Filizten Hanım, Murat’ın gözdelerinden biri oluyor. Devam ediyor: “…Filizten Hanım’ın ifadelerinden de harem ağalarından bazılarının o gün sırma kayışlı selamlık elbiselerini giydikleri anlaşılıyor ki, bu kayıtlar vaka gününün evvelce, içeriye haber verildiğini gösteriyor.”

Dahası var ve şöyle:

“Sultan Murat bu hadiseden evvelce haberdar edilmiş olmalı ki elbiselerini giymiş, kılıç, tüfek ve tabanca ile müsellah olduğu halde yürüyordu…”

Bu arada saray hizmetkarlarının askeriye usulü saf tutup alkışlayarak nümayiş yaptıklarını öğreniyoruz. Beşinci Murat’ın padişahlığı Çırağan’da ilan edilmiş oluyor:  “Padişahım çok yaşa!” 

Ne kadar yazık. Yıldız çok yakın. Beşiktaş karakolu da… Beşiktaş karakolunun başında Hasan var. Bir bölük Söğütlü, “hakiki Türk” deniliyor, seçkin askerle gündüz karakolda nöbet tuttuktan sonra, geceleri Abdülhamit’in yatak odasının kapısına yatıya duran Çorumlu Hasan! Yedi Sekiz Hasan Paşa… Okuma yazma bilmediğinden imzasını böyle çiziktiriyor.

Haberi alan Çorumlu Hasan Söğütlüleri peşine takıp  yetişiyor. Murat’ın koluna girmiş oluğu halde merdivenlerden inmekte olan kısa boylu, seyrek sakallı adamın kafasına arkadan sopayla vurup düşürüyor. Bu Suavi’dir…Yaptığı eylemin tutar yanının olmadığı ve delice bir girişim olduğu söyleniyor. Olsun… Bizim bağın koruğudur!

Çorumlu deyince aklıma geldi, Necip Fazıl, “Ulu Hakan Abdülhamid Han” adını taşıyan kitabında Çırağan olayına da değinmiş ve şunları yazıyor: 

“Dikkat edilirse, bu, Çorumlu Anadolu çocuğu ümmi kumandanın karşısındakiler baştan başa Rumelilidir ve sığınmaya geldikleri ana vatanda Padişahı düşürmek gibi bir sevda peşindedirler. İşte ‘Ali Suavi’ vakasının dikkate değer en nazik noktası!.. Niçin böyle hizipler ve cereyanlar Anadolu’dan gelmez de hep Balkanlar ve Makedonya yönünden gelir?”  

Necip Fazıl çok sonra Yıldız’ı Padişahın başına yıkanları gördükten sonra yazıyor bunları. Hangi yönden geldiklerini biliyor. Biliyor bilmesine de, Ali Suavi konusunda yanılıyor. Suavi’nin biyografisi şöyle başlıyor: 

“Münevver, fevkalade zekaya malik ve lüzumundan fazla haris ve atılgan bir Türk bilgini olup 1838 Birinci Kanunda İstanbul’da doğmuştur. Aslen Çankırılıdır…” (Uzunçarşılı)

Ne ki Çankırı’yı Rumeli’den sayamayız! 

Şaşırtıcıdır. Bu kadar çeşitli, bu kadar çok ve çelişik sıfatın bir tek kişide toplanıyor olması şaşırtıcıdır: Çıkarcı, jurnalci, ihtiraslı, dönek, dedikoducu, tutarsız, bilgin, Osmanlıcı, Türkçü, İslamcı, şeriatçı, laik…Tuhaf değil mi?

Tuhaf ve iki değerli yazı adamının birbirine benzer tespitini aktararak başlamak istiyorum:

Birincisi büyük romancımız Mithat Cemal Kuntay’dan: “Bir yığın Suavi vardır.”

İkincisi büyük aydınımız Yalçın Küçük’ten:”Muz türünden Suavi”

Yalçın Küçük “Aydın Üzerine Tezler 1”de Ahmet Hamdi Tanpınar’dan aktarıyor: Suavi, daima ön safta bulunmak isteyen adamdır. Hatta ön safta bulunabilmek için müşterek cepheyi yıkabilir. Garip bir narsizmle kendisine hayrandır. Övünmeği daima sever, lüzum görürse yalandan çekinmez. Hayatında daima bir şantaj tarafı vardır. Suavi, eseriyle değil karakteriyle izah edilmesi lazım gelen adamdır.” Bu paragraf hem Mithat Cemal’in hem de Yalçın Küçük’ün karakter tahlillerine dayanak teşkil ediyor olmalı.

Mümtaz’er Türköne’nin doktora tezinin kitaba dönüşmüş hali(iletişim) elimin altında : “İslamcılığın Doğuşu…”

Türköne bu çalışmasında Avrupa’daki Jön Türklerin düşünce dünyalarını, siyasi faaliyetlerini çıkardıkları gazeteler üzerinden inceliyor. Jön Türklerin istisnasız hepsi gazeteci. Gazeteci olmayanlar da Avrupa’ya gittiklerinde gazeteci olmaktan başka bir yol bulamıyorlar. Siyasi faaliyetlerini ancak bu kanaldan yürütebiliyorlar. Ali Suavi bu gazetecilerden biri ve Türköne’nin, adını verdiğim  çalışmasıyla, Suavi’nin düşünce dünyasını tanımamıza fazlasıyla yardımcı olduğunu düşünüyorum. Özetliyorum:

Suavi, Cumhuriyet döneminde laisizm prensiplerini ilk ortaya atan kişi olarak selamlamıştır. Milliyetçiliğe karşılık Türklerin davasının Müslümanlık davası olduğunu söylemiştir. Osmanlıların Türklüğü tezine karşı çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde ilk Türkçü olarak takdim edilmiştir. Said-i Nursi tarafından İslamın büyük mütefekkirlerinden biri olarak benimsenmiştir… 

Güzel bir de şu var: Osmanlıyı yıkan “dinsizliktir” dedikten sonra Avrupa’da mücadele arkadaşı Namık Kemal’in “Hakimiyet-i halk” (Halkın hakimiyeti) tezine karşılık, “Ulum” gazetesinde “El Hakimü Hüvallah” (Hakimiyet Allah’ındır) tezini ileri sürmüş ve savunmuştur. Bu arada bir yandan da meşrutiyetçidir. Ancak meşrutiyetin büyük savaşçısı Mithat Paşa’ya da sabah akşam küfür etmektedir.

Bakar mısınız, Ali Suavi’nin Namık Kemal’le arası bozulduktan sonra gazetesi “Ulum”da yazdıklarına. Cemal Kutay şöyle aktarıyor: 

“O sıralarda İstanbul’a dönme hazırlığı yapan Kemal, Londra’da Kur’an bastırma işiyle uğraşmaktadır. Suavi’nin Kemal’e saldırısına bulduğu gerekçe, Kur’an baskısında domuz yağı kullanıldığı iddiasıdır.”

Peki bunlara şimdi ne diyeceğiz? Tamam, bizim “delimiz” amenna ama, gazeteci olarak yazıp eylediği bunca tutarsızlığa ne diyeceğiz? Aramızda kalsın mı diyeceğiz?