Yaşam biçimimiz, onu az çok nasıl kazandığımız, eninde sonunda hayata bakışımızı da belirler. Yalnızca bakış açımıza değil giyimimize kuşamımıza da şekil verir, biçimlendirir.

Çarşaf, türban, elbise

John Berger “O Ana Adanmış” adlı kitabında 20. yüzyılın başında çekilmiş bir köy orkestrası fotoğrafındaki orkestra üyelerinin giyimlerini inceler. Fotoğraf Dünya Savaşı patlak vermeden önce, 1913’te çekilmiştir. Berger okuyucusuna fotoğrafla ilgili bir deney yapmayı önerir. “Fotoğraftaki yüzleri kağıtla kapatıp yalnızca bedenleri örten takım elbiselere odaklanın”, der. Fotoğraftaki kişilerin hepsi takım elbiseli olmalarına rağmen, giyimlerine bakarak onların üst sınıftan insanlar olduğu duygusuna kapılmamız imkansızdır. Onların gerçekte köylüler veya işçiler olduğu -yüzlerini görmesek bile- apaçık ortadır. 

Tersini yaptığımızda, elbiseleri kapatıp sadece yüzlere odaklandığımızda da aynı sonuç ortaya çıkar. Onlar takım elbise giymiş alt sınıftan insanlardır. Hayatımızı kazanma biçimimiz vücut şeklimizi de belirler çünkü. Takım elbise masa başı işler yapanlar için tasarlanmıştır. Masa başında olmayacak türden başka türlü bedensel hareketler takımı vücuda uyum sağlamaya zorlar. Diz kapakları genişler, buruşur, esner; eninde sonunda giyenin sınıfını açık eder.

Berger’in deyişiyle üniforma kadar kişiliksiz olan -neredeyse- takım elbise, salt masa başı iktidarını yücelten ilk yönetici sınıf kıyafetidir. Bununla birlikte evrimi tam tersi yönde olmuştur. Takım elbise, kökeni üst sınıf kıyafeti olmasına rağmen, giyenlerin geldiği toplumsal sınıfı saklamak yerine altını çizmekte, daha görünür kılmaktadır. Yani, burjuvanın giydiği elbise ile işçinin giydiği elbise, ilk bakışta verdiği izlenimin tersine tamamıyla farklı kıyafetlerdir.

Benzer bir evrim “kovboy” giysisi olan “bulucin”de de yaşandı. İşçi sınıfının üzerinde hiçbir zaman burjuvazininki gibi durmadı. Son derece kişiliksiz olmasına rağmen, giyenin sınıfsal kökeninin saklayamadı.

Berger eski fotoğraflara, elbette yenilerine de, tarihsel, sınıfsal ve toplumsal bir açıdan bakmamızı salık verir. Fotoğraflardan yansıyan giysiler ve yüzler insanların yaşama biçimlerinin şifrelendiği belgelerdir. O belgeler ancak sınıfsal açıdan bakarak anlamlandırılabilir. 

***

Resim de öyledir. Tablolar yapanların ve “yapılanların” yaşam biçimlerini ele verir. Bunu fark eden ilk ressam “köylü” Pieter Brueghel’dir. Lakabının köylüye çıkmasının nedeni kiliselerden aşina olduğumuz “aziz”leri birer köylü suretinde resmetmesidir. Hollandalıdır Brueghel. Hollanda, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk ülkedir. Brueghel yeni azizleri çizmeye durduğunda Hollanda gemileri çoktan beri denizaşırı sömürge seferlerindedir. Ortaçağın izleri sömürgelerden aktarılan paralar marifetiyle tamamıyla silinmesine rağmen her şey hala derinlemesine dinsel görünmektedir. Oysa Ortaçağ bakiyesi dinsel insan inançları ve idealleri ile birlikte çökmüştür ve ortalıkta bir çıkış yolu da gözükmemektedir. 

“Körler” tablosunda tamı tamına resmedilen budur. Uçuruma doğru ilerleyen kör keşişler birbirlerine tutunarak uçuruma doğru yuvarlanmaktadır. Kimi düşmüş, kimi düşmek üzeredir. Körseniz çukura yuvarlanmanız kaçınılmazdır…

O yüzden gülünçtür ilk bakışta körler ama yüzlerine dikkatle baktığınız zaman görüp görebileceğiniz tüyler ürpertici dramlardır sadece. Brueghel’in devrimci görüşüdür bu, onun tablolarında güzel prensler yerine ablak yüzlü köylüler vardır, meleklerin yerine dilenciler, kahramanlar yerine körler, sakatlar vardır. Çünkü Ortaçağ artık ağırlığını taşıyamamakta, ezilip kendi üzerine çökmektedir. Çöküşte prensle köylü, melekle dilenci arasındaki mesafe silinir, herkes bir tür kör keşişe dönüşür. 

***

Tarihin gözlüğü ile baktığımız zaman giysilerin işlevi birbirine benzerdir. Çarşaf da, işçinin takım elbisesi veya keşişin pelerini kadar sınıfsaldır. Ali Mazaheri, “Ortaçağda Müslüman Yaşayışları” adlı kitabında islami kadın giysisi konusunda şu bilgileri veriyor: 

“Çok kimse peçe taşımayı yalnızca, İslam kadınlarını öteki kadınlardan ayıran bir işaret sayarlardı. Bu pek de doğru değildir. Çünkü her şeyden önce doğuda örtünen kadın sadece İslam kadını değildir. Öte yandan örtünme adeti yalnız çalışmaya ihtiyacı olmayan kadınlar, yani hal ve vakti yerinde bir toplumun kadınlarınca kabul edilmişti. Şu hâlde bu dini değil, bir sosyal sınıfı göstermekteydi.” Ortaçağ islam coğrafyasındaki iklim sebebiyle, zengin ve kibar kadınlar, tenlerinin yumuşaklığını ve parlaklığını koruyabilmek için başlarını ve yüzlerini örtmeye dikkat ederlerdi. Mazaheri’nin dediği budur. Haliyle alt sınıftan kadınlar asla peçeli değildir. Çünkü sığır güden, çamaşır yıkayan, iplik boyayan, dokuma yapan kadının peçe takması fiilen imkansızdır.

Bu durumda, demek ki, çarşafı zengin modası saymamız mümkündür. Öyledir. Ülkemizde de siyasal İslamcıların üst sınıfa atladığı zamanda çoğaldı. Türbana eşlik etti. Böylece sınıfsal olarak hızla farklılaştı. İslami baş örtüsü ve kıyafet Berger’in gün yüzüne çıkardığı evrime uğradı. Türban, çarşaf veya bunların türlü versiyonları, üniforma kadar kişiliksiz olmalarına rağmen giyenlerin geldiği toplumsal sınıfı saklamak yerine altını çizdi, daha görünür kıldı.

***

Bunları, dün gündeme gelen iki haber vesilesiyle hatırlattım. Haberlerden ilki bir Cumhurbaşkanı danışmanın eşi olan saygıdeğer Hanımefendinin Boğaziçi Üniversitesi’ndeki atama direnişi hakkında yazdıklarıyla ilgiliydi. Danışman eşi “türbanlı” Fatmanur Hanımefendi, "Türkiye’de kadınların yüzde 70’i başörtülü. Eğer bir üniversitenin kadın hocaları içinde başörtülü olanların oranı buna yakın değilse o üniversitenin bırakın ‘özgürlükçü, demokrat, çoğulcu’ olmayı, temsil konusunda bile apartheid düzeyindedir. Bazı üniversitelerde hala tek başörtülü hoca yok. Bu hangi düzey?!" dedi. Anlaşılır olması için kısmen düzelterek aktardım, Türkçesi için affınıza sığınırım. Yepyeni bir ölçüdür. Üniversitede, bilimde, özgürlükte “türban ölçüsü”dür. 

İkincisi yine başörtülü olmakla birlikte emekçi bir kadın ile ilgili. Saraylı Fatmanur Hanım “Bogaziçi’nde neden türbanlı hoca yok” diyerek feveran ederken, 65 yaşının üzerinde olmasına rağmen çalışmak zorunda olan bir kadın, salgın tedbirleri gerekçesiyle otobüsten indirilmek istenmişti. Kadın, “Ben çalışmazsam açım. Versin biri parayı, gitmem otururum” diyerek direnmişti. Merdiven silmekten dönerken, kamu ihaleleriyle paraya boğulmuş Tüpçünün gazetesine yakalanmıştı. Kadının otobüsten inmemek için direnmesini haber yapmışlardı utanmadan. 

***

“Bir kulübede saraydan farklı düşünülür” demişti Marx. Çünkü kulübedeki hayat saraydakinden farklıdır. Yaşam biçimimiz, onu az çok nasıl kazandığımız, eninde sonunda hayata bakışımızı da belirler. Yalnızca bakış açımıza değil giyimimize kuşamımıza da şekil verir, biçimlendirir. Birkaç maaş alan ile merdiven silerek geçimini sağlayanın baş örtüsü iradelerinden bağımsız olarak farklılaşır. Tarihin gözlüğüyle bakana bambaşka görünür. 

Yasadır; yoksulun tanrısı ile varsılın tanrısı hiç karşılaşmaz. “Sınıf”ın gerçekliğidir bu; öyle ki her türlü din, dil, ırk farkının ötesindedir. 

Bakın şimdi iki fotoğrafa. Önce yüzlerini kapatıp elbiselerine, sonra elbiselerini kapatıp yüzlerine odaklanın. Ne giyinirse giyinsin ne düşünürse düşünsün otobüsten zorla indirilmek istenen bizdendir.