Bu mektubu gönderiyorum doğduğum yerin dağlarına, derelerine. Dede, buradayız biz, uzun-inatçı bir mücadeledeyiz… Ve dediğimizi, söz verdiğimizi yaparız eninde sonunda. Bu cennet, bu cehennem, bu memleket bizim!

Bulancak mektupları

Yıl 1979. Giresun’da liseye başladım. Lise yatılı, hafta sonları Bulancak’taki köye dönüyorum, amcamın misafiriyim. O hafta sonlarından birinde çocukluk arkadaşım İsmet’in dedesine gitmeye karar veriyoruz. Ben yarenlik yapacağım. Dedenin köyü yürüyerek neredeyse üç-dört saatlik mesafede. Bir dağdan ötekine sürekli tırmanıyoruz. Hedefimiz Elmalı Köyü. Köy dağın doruğuna yakın, ev kartal yuvası gibi. Balkonu çok aşağılarda kalan başka dağlara bakıyor. Köyü ara sıra basan sis şöyle bir yalayıp çekiliyor. Güneş bir var bir yok. Çay, çorba derken sohbete koyuluyoruz. 

Dağın taşın, uçan kuşun solcu olduğu zamanlar, biz de öyleyiz. Dede söylediklerimizi hafif bir gülümsemeyle izliyor. Anlatıyoruz, değiştireceğimize inanıyoruz ülkemizin kaderini. Eskisini yıkacağız ve yeni bir medeniyet kuracağız, iddialıyız. Dede, “öyle ise buralara, yukarılara geleceksiniz” diyor, kendisinden emin. Şaşırıyoruz. Yol yok, su yok, elektrik yok yukarılarda. Ne medeniyeti olacak? Medeniyet aşağıda… “Neden” diye soruyorum öylesine, cevabı olmadığından eminim. Dede, “çünkü burada sinek yok” diyor. Gerçekten de çevrede hiç sinek yok. Hava o kadar değişken ki, sineklerin tutunmasına imkân vermiyor. “Medeniyet dediğiniz yukarıdan aşağıya gider” diyor gururla. Sinek yüzünden!

Aşağıda, dağların denize kavuştuğu yerde Bulancak var bizim için. Köylü çocukları için medeniyet deyince ilk akla gelen yer, gördüğümüz ilk “şehir” … Otomobille, otobüsle, asfalt yolla, elektrikle, hekimle, “pazar ekmeği”yle ve tabii denizin içine doğru uzanan iskeleyle. “İskele”siz medeniyet olur mu? Samsun’a, İstanbul’a, medeniyete açılan kapımız orası. Dede köye çekiyor merkezini. Olmayacak iş. İsmet’le gülüşüyoruz… 

***

Halbuki sinek gerçekten de şehirlerin (medine) kaderini belirlemiştir. Sineğin olduğu yerde şehir olmaz. Sineklerin bulaştırdığı sıtma izin vermez buna.  

Bulancak, Pazarsuyu Deresi havzasındaki düzlükte kurulmuştur. Pazarsuyu, dağların yamaçlarına serpilmiş köylerin hepsine dokunan birçok dereden örülmüş bir saç örgüsü biçiminde toplanır. Toplanıp büyüdükçe hırçınlaşır. Taşkında etraftaki zayıf toprağı sürükleyip, kıyıda, hırçınlığını kaybedip durulduğu yerde gelişigüzel bırakır. Burada oluşan düz, sulak ve verimli arazide, eskiden, çeltik üretimi yapılırmış. Haliyle sineğin haddi hesabı yok. Bulancak bu nedenle görece yakın zamanda kurulmuş bir kasaba. Fırtınalı havalarda kayıkların sığınabileceği küçük bir koymuş ilk başta. Etrafta bir iki küçük kulübe kurulmuş o sayede. 1850’li yıllardan bu yana gelişip bugünkü halini almış. Sanırım sıtmanın ilacının bulunması ve her nedense çeltik tarımından vazgeçilmesi de önünü açmış.

Adı daha eski ama. Bulancak, Luvice bir kelime. Dere veya nehirle bir bağlantısı olduğu sanılıyor kelimenin. Yerleşim çok eski olmadığına göre Pazarsuyu Deresi’nin eski adlarından biri olduğunu düşünebiliriz. Her neyse, bizim dere boyu ilerleyerek zar zor ulaştığımız köyler kasabadan en az 100-200 yıl daha eskidir. Tahrir Defterlerindeki kayıtlara göre atalarım 1650’den beri o köylerde yaşıyor. Dedenin tezini tuhaf bir biçimde destekleyen bir veri!

Ama sonraki tarihi bundan biraz daha karmaşık. 19. yüzyılda, Fener Beyleri’nin Osmanlı İmparatorluğundaki bütün ticareti kontrol ettiği yıllarda kasabaya Ermeniler yerleşmiş. Fener Beyleri Anadolu’daki ticari işlerinde “din kardeşleri” oldukları için Ermenileri tercih etmiş hep. Sonra kıyıya yakın bazı köylere Rumlar yerleşmiş. 1965 nüfus sayımına göre bu köylerden en az ikisinde Rumca konuşuluyormuş, bildiğimiz bu. Mübadelede, boşaltılan yerlere Selanikliler yerleştirilmiş bir de. Kasabanın arkasındaki medeniyet kodları işte bu karmaşada.

Bulancak’ın tersine, 10 kilometre ilerdeki Giresun tamamıyla bir Rum şehridir. 1918 gibi geç bir tarihte bile Belediye Reisi Rum asıllıydı. Mübadelenin harap ettiği kentlerimizdendir. 

***

Köylerde demografik tablo haliyle daha sade. “Oğuzların 24 boyundan biri” olduğu varsayılan Çepnilere dahildir çoğu. Vaktiyle göçüp, bu aşılmaz dağ yamaçlarına yerleşmişlerdir. Öncülerin bölgeye gelişi 12.-13. yüzyıllara dayanıyor. Mekân dağlar olunca kıyıya dik bir göç hikayesi ortaya çıkıyor haliyle. Bu köylerin bir ucu Sivas kıyılarında. 19. yüzyılda içeridekilerin bir bölümü daha toplanıp dağların kıyıya bakan yüzlerine yerleşmiş. Sebebi Gümüşhane’deki -adı üstünde- madenlerin kapanması. Bizim dedenin köyü Elmalı yakınlarındaki “Demircili” Köyünün de böyle bir geçmişi var sanırım.     

Tahmin etmişsinizdir, Çepni olduklarına göre, tabloyu tamamlamak için “Alevi-Bektaşiliği” yardıma çağırmak lazım bir de. Bakmayın bölgenin homojen “Sünni” görünümüne, bunun tarihi bir asırdan öteye gitmiyor. Bölgenin Çepnileri Güvenç Abdal Ocağının bakiyesi. Güvenç Abdal, tezlere göre "Hace" Bektaş-ı Veli’nin (Hacı değil, Hace) kullarından biri. Buraları “medenileştirmekle” görevlendirilmiş vakti zamanında. O da yollara düşmüş, o dağ senin bu tepe benim dolaşmış. Ocakla ilgili bir araştırmaya danışmanlık ettim yıllar önce. Samsun’dan Trabzon’a pek çok köyde gelenekleri yaşıyor. Araştırmayı yürüten akademisyen, Güvenç Abdal’ın torunlarını Giresun’un öte yakasındaki ilçesi Görele’de buldu. Ellerinde Güvenç Abdal’a Osmanlının verdiği bir berat da vardı ama aile artık Sünnileşmişti…

İnanç olarak silinmiş olsa bile yer adlarında bu geçmiş hala canlıdır. “Abdal” köyler vardır, “Pir” kasabalar, “Aziz” nahiyeler; “Bektaş” yaylalar ayaktadır.

***

Şimdi anlıyorum, biz Bulancak’ı gerçekten uygarlaştırmıştık! İliklerine kadar solcuydu kasaba. Merkezdeki iki kitapçısında her türlü kitaba ulaşmak mümkündü. Kurtuluş, Dev-Yol, TSİP, TÖBDER şubeleri kasabanın kahvehanelerinden daha kalabalıktı her daim. Karadeniz’e rengini veren “Fındık Mitingleri” bu kasabanın katkısı olmadan düşünülemezdi. Köylerdeki elektriksiz evlerin loş odalarında sol dergilerin ağır teorik meseleleri tartışılırdı. Günlük sol gazeteler köylere mutlaka ve bir şekilde ulaşırdı. Karaborsacı tüccarlar, çizmesinin boyası solmaya yüz tutmuş ağalar ve faşist polisler dışında herkese eşit davranılan şenlikli bir kasabayı anlatıyorum….

Düzen öyle kasabalar istemiyordu fakat. Fatsa’yı bastılar bir gün sabaha karşı. Vahşice saldırdılar. Duyuyorduk iniltilerini ama izne giden Fatsalı bir arkadaşımızın yüzündeki paslı dikenli tel izlerini görünce anladık işin ciddiyetini. Solcu olduğunu anlayınca garajdan kaldırıp paslı dikenli tellerle almışlardı ifadesini!

Bulancak’ın payına ise polis müdürü Sadettin Tantan düştü. İstanbul’da fütursuzluğu ile nam salmıştı. Erbakan’ın partisine meyilli olduğu söyleniyordu. Giresun’a sürgün ettiler. Çok hırslıydı. Bizim “medeniyeti” yıkmaya kararlıydı. Onunla birlikte işkence geldi kasabaya. Yara izlerimizin bir kısmı o günlerin bakiyesidir…

Tantan kapatamadı ama 12 Eylül generalleri geldi kapattı. Gençlerin, bizim kuşağın üstünden bir silindir gibi geçti cunta. Bu katliamdan geriye kalan “kılıç artıkları”nı “Cengiz Unutmaz” başlıklı yazıda anlattım.

Ama gelenekleri silmek o kadar kolay değildir. Yakın zamana kadar iki tiyatrosu vardı kasabanın. Hala açıksa bir gün kapısını çalarım. Medeniyetimizin mucizelerinden biridir.  

Sonra bir darbe daha vurdular küçük medeniyetimize. Sahilinden Karadeniz otoyolunu geçirdiler. Bulancak direnemedi yola. Kıyısından geçen ve kasabayı büyük şehirlere bağlayan eski mütevazı yolun yüzü suyu hürmetinedir. Yol şehrin denize açılan uzantısı olan iskeleyle bağını kopardı. (İskele’siz medeniyet mi olur?) Yolu yapmak için sahili doldurup, yükselttiler. Tuhaf bir çukura dönüştü bizim kasaba. Sokaklarında yürürken denizi göremediğin tepetaklak bir Karadeniz ucubesi çıktı ortaya. İrtifa kaybediyor, gericileşiyor haliyle. İktidarın gözde şehri Rize de böyle değil mi? Denize arkasına dönmüş, cami avlusunda istikbalini aramıyor mu? Derelerin suyunun şehre düşman olması, bu çukurlaşmanın sonuçlarından biri sadece. Ama en fenası sel değil, o çukurda tarih öncesi sineklerin vızıldaması… 

***

Bu yazıyı planlarken Bulancak’ın “kılıç artığı” Cengiz aradı. Küçük kardeşi Turgut-12 Eylül’de ortaokuldaydı, aranıyor diye afiş asmışlardı kasabanın dört bir yanına- bu yıl tatilini Bulancak’ta geçirmeye karar vermişti. Turgut yıllar sonra kasabanın sokaklarını arşınlarken TKP’li gençlerle karşılaşmıştı. “Orhan gelenek sürüyor” dedi Cengiz. 

Sürer elbette. Arkasında uğruna harcanmış hayatlar, çekilmiş acılar, yitirilmiş arkadaşlar, yoldaşlar var çünkü. Kalkar yine gideriz öyleyse, arşınlarız sokaklarını, medeniyetimizi düştüğü çukurdan çekip çıkarırız. 

Bu mektubu gönderiyorum doğduğum yerin dağlarına, derelerine. Dede, buradayız biz, uzun-inatçı bir mücadeledeyiz… Ve dediğimizi, söz verdiğimizi yaparız eninde sonunda. Bu cennet, bu cehennem, bu memleket bizim!