İktidar bir yandan en iyi bildiği işi yapıp ittifakları dağıtmaya oynar ve yasal düzenlemelere hazırlanırken, öte yandan “seçimle gitmeme konsepti”ne uygun adımları atmaya devam ediyor. 

Bu koşullarda gidilecek bir seçimde…

İktidarın mütemadiyen “seçimler zamanında, yani 2023’te yapılacak” dediği, muhalefetin ise erken seçim istiyormuş gibi yapmaktan öteye gitmediği bir konjonktürde, yine de Türkiye siyasetinin biricik gündemini seçimler oluşturuyor.

Böylesi bir konjonktürde, taraflar karşı ittifakları dağıtmayı ve yanlarına yeni müttefikler çekmeye çalışmayı öncelik haline getirmiş durumda. Bunun için de birbirlerinin içine oynuyor, müttefikler arası ilişkileri sarsmaya, ittifakları çatırdatmaya çalışıyorlar.  

Siyasetin bütünüyle sandığa endekslendiği, muhalefetin de büyük katkısıyla sokağın öcüleştirildiği, toplumsal muhalefetin bulunmadığı, siyasal alanın iyice daraldığı ve sadece oy hesabı yapılan bir siyasi atmosferde aksi mümkün olabilir mi ki zaten? 

Olamıyor ve siyasetin gündelik formu da “dar alanda kısa paslaşmalar yapmak”tan öteye gitmiyor, gidemiyor.  

Peki bir erken seçim olur mu? Bu sorunun yanıtını verebilecek olan özne, bugün her şeye rağmen iktidar. Evet, AKP-MHP zayıflıyor, güç kaybediyor doğru ama muhalefet halen daha iktidarı erken seçime zorlayabilecek bir güce sahip değil; böyle bir niyetinin olduğu da zaten ayrıca şüpheli. 

Bu nedenle, seçimin ne zaman yapılacağını iktidarın tercihleri belirleyecek. Eğer iktidar, “siyaset ekonomiyi önceler” diye düşünerek, örneğin Irak’ta bir PKK operasyonu ya da benzer bir “milli hadise” eşliğinde baskın seçimi tercih ederse, bu sene içerisinde bir erken seçim görmemiz olası. 

Yok eğer iktidar, pandeminin zayıflamasını, dünya ekonomisindeki ve buna bağlı olarak Türkiye ekonomisindeki göreli toparlanmayı bekler, faizleri yeniden düşürebileceğini ve böylece tüketim olanaklarını artırabileceğini, işsizlik ve enflasyonda ise bir nebze de olsa bir iyileşme yaratabileceğini varsaydığı bir ortamda seçime gitmeyi isterse, seçimin en erken 2022’de gerçekleşeceğini söyleyebiliriz.

İkinci olasılık şu an daha güçlü gibi görünüyor ama her ne olursa olsun, yani ister bu yıl içerisinde ister gelecek sene ya da zamanında yapılsın, bir kez daha esas meselenin seçimlerin ne zaman yapılacağından çok ne şekilde yapılacağı olduğunun söylenmesi ve görülmesi gerekiyor. 

Türkiye siyasetinde bir yandan seçimden başka bir şey konuşulmazken, öte yandan ise yapılacak seçimlerin seçimden başka her şeye benzeyeceğine ve bunun adına “serbest seçimler” denemeyeceği gerçeğine dair derin bir sessizlik var. Sadece iktidar değil muhalefet de bu sessizliğin taşıyıcısı durumunda üstelik.   

Oysa Türkiye’de gerçek anlamıyla “serbest seçimler”in yapılmasının ve serbest seçimler aracılığıyla iktidarın el değiştirmesinin bizzat iktidar eliyle imkânsızlaştırıldığı görülmedikçe sandığa hapsedilmiş siyasetten çıkış ve dolayısıyla iktidardan kurtuluş mümkün olmayacak.

Karşıda devletleşmiş bir parti, bağımsız olma niteliğini yitirmiş ve iktidarın uzantısı haline gelmiş bir yargı, ortadan kaldırılmış bir kuvvetler ayrılığı, propaganda makinesi olarak çalışan bir medya ve “iç düşman” konseptine uygun olarak düzenlenmiş bir güvenlik aygıtı var. 

Durum buyken, tüm bunlar yokmuşçasına “serbest seçimler”den bahsetmenin ve “her şey çok güzel olacak” demenin herhangi bir anlamının bulunmadığı ortada.  

Dahası, stratejiyi sadece bugünkü mevcut ittifakların değişmeden devam edeceği, buraya iktidarın herhangi bir müdahalede bulunamayacağı ve bulunduğunda da sonuç alamayacağı üzerine yapılan matematiksel hesaplar, yani % 51’in cepte olduğu iddiası üzerinden kurmanın da herhangi bir karşılığı yok. 

Saadet, İYİP, DEVA, Gelecek, bunların hepsinin iktidarla konuşmaya ve uzlaşmaya teşne oldukları herkesin malumu. Saadet’in buradaki “zayıf halka”yı teşkil ettiği ve tam da bu nedenle Erdoğan’ın buraya oynadığı, Saadet’i Cumhur İttifakı’na katmanın hesaplarını yaptığı son ziyaretlerine bakarak kolayca anlaşılabiliyor. 

Ayrıca HDP’ye yönelik bir kapatma davasının da tüm bu oy hesaplarını alt üst etme ihtimali hayli yüksek; çünkü öyle bir davanın mahkeme salonlarının ötesine geçmesi ve bunun üzerinden bir milliyetçi histeri dalgası yaratılması, seçimlere de o dalga eşliğinde gidilmesi hiç de zor olmayacaktır.

Bunlara bir de seçim yasasında yapılacak değişiklikleri, dar ya da daraltılmış bölge yöntemiyle seçime gidilmesini ekleyelim. Bu, MHP’ye kontenjan vekillik verilerek itirazlarının bertaraf edilmesi ihtimalini hesaba katarak söyleyecek olursak, Cumhur İttifakı’nın Meclis çoğunluğunu bir kez daha garantilemesinin önünü açacak. 

Peki mesele sadece ittifaklar mı ya da seçim sistemi mi? 

Elbette ki değil. İktidar bir yandan en iyi bildiği işi yapıp ittifakları dağıtmaya oynar ve yasal düzenlemelere hazırlanırken, öte yandan “seçimle gitmeme konsepti”ne uygun adımları atmaya devam ediyor. 

İstenildiği kadar “reform”dan bahsedilsin, Anayasa Mahkemesi üyeliğine hülle yöntemiyle yapılan atama ve böylece AYM’de çoğunluğa ulaşılması bu adımlardan sadece biridir ama mesele tabii ki sadece bununla sınırlı değildir. 

Geçtiğimiz günlerde çıkarılan bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, olası bir toplumsal kalkışmada polise ve istihbarata ordunun sahip olduğu silahları kullanma yetkisinin verilmesi tam da bu konseptin bir parçası olarak görülmelidir. Üstelik buna SADAT tipi yapılanmalar, 15 Temmuz darbe girişiminden beri kayıp olan silahlar, bekçi yasasında yapılan düzenlemeler ve ülkücülerin yeniden sokağa salınması da eklenmelidir.

Sadece bunlar değil, Müyesser Yıldız’ın 24 Ocak tarihli “Genelkurmay Başkanlığı Tasfiye mi Ediliyor” isimli yazısında anlatılan yeni kanun teklifine bakarak, Genelkurmay başkanlığının sahip olduğu neredeyse bütün yetkilerin Savunma Bakanlığı’na, dolayısıyla iktidara devredilmek istendiği görülebiliyor. 

Buradaki meselenin basitçe asker üzerindeki sivil kontrolü artırmak olmadığının anlaşılması ve silah devri yetkisiyle birlikte bu kanun teklifinin birlikte değerlendirilmesi, gidişatın nereye doğru olduğunun anlaşılması bakımından büyük önem taşıyor. 

Velhasıl, sopa, topluma vurulmak üzere, elde hazır tutuluyor. 

Bu noktada, ABD’deki yönetim değişikliğinden ve AB ile yaşanan gerilimden medet ummanın da herhangi bir gerçekliği olmadığını görmek gerekiyor. Biden yönetiminin S-400’ler üzerinden iktidarı terbiye etmek, hizaya çekmek isteyeceği muhakkak. AB de başta Doğu Akdeniz olmak üzere çeşitli başlıklar üzerinden AKP’yi sıkıştırmaya devam edecek, doğru. Ama tüm bunlar, Batının “Türkiye’nin demokratikleşmesi” gibi sahici bir derdi olmadığı için, eninde sonunda bir pazarlığın konusu olacak. 

S-400’lerin ne yapılacağından Suriye’ye, mülteci sorunundan İran’ın nükleer programına, Uygur meselesinden Rusya’nın Karadeniz’de sıkıştırılması için atılacak adımlara kadar uzanan genişlikte bir pazarlık sürecini izleyeceğiz ve iktidar tüm bu pazarlıklarda ömrünü uzatmak için ne yapması gerekiyorsa onu yapacak. 

Peki tüm bunları niye yazıyoruz? Umutsuzluğu, karamsarlığı, ataleti büyütmek, beslemek adına mı? 

Elbette ki hayır! 

Tüm bunları yazıyoruz, çünkü ortada kolay bir çözümün olmadığını, kolaycılığın bizi bir yere götürmeyeceğini, buradan sahici bir umut çıkmayacağını görmek gerekiyor. 

Yazıyoruz, çünkü bütün stratejiyi ne tarihi ne de nasıl yapılacağı ve hatta yapılıp yapılmayacağı belli olmayan bir seçim üzerine inşa etmenin ve buna dair yanlış hayallere kapılmanın hepimize faturası olacak.

Yazıyoruz, çünkü rakibin aynı anda hem oyuncu hem hakem olduğu ve kuralları istediği gibi değiştirebildiği bir oyunu hiçbir itirazda bulunmaksızın oynamaya devam etmenin sonuçlarının neler olabileceğini, iktidarın bir beş yıl daha kazanması durumunda yaşanabilecekleri ve o yenilgi hissinin boyutlarını tahmin edebiliyoruz. 

“Bir şey yapmaya gerek yok, kendiliğinden gidecekler”, “kriz var, bu iş bitti”,  “toplumu kutuplaştırmamak lazım”, “oyuna gelmemek gerekiyor” sözlerinde somutlaşan pasif ve sadece sandığa endeksli muhalefet tarzı, bilinçli bir şekilde gerçekliğin üzerini örtüyor, gerçekliği görmemizi engelliyor. 

Gerçekliğe gözünü kapayarak bir yere varmak ise mümkün görünmüyor.