Dağılmayalım dediydik, bir daha bir daha dağıldık. Nerelerden nerelere geldik! Şimdi kim toplayacak bizi? Zaten son 150 yıldır hep böyle olmamış mı?

Bu kadar çürümesek iyiydi

Das Kapital toplaşırken tek elde, Ah kapital dağılmış her yerde! Ama biz yine de dağıta dağıta giderken dağılmayalım! Sorumuza dönelim.

Tamam, bu kadar çürümesek iyiydi de ne kadar çürüsek iyiydi? Mesela ayak bileklerimize kadar mı? Olmaz mı? Az mı? Yetmez mi? Yeter ama yine de evet mi? Her halükârda evet mi? Değil mi? O zaman parmak uçlarımıza kadar mı? Hem çamura bulanmadan çamuru tanımak da mümkün değildi, di mi? Şöyle tadına bakmak lazım, değil mi? Ama ne demiş (h)atalarımız: Çalıya dolanma etrafını dolan! Vay be! E, hadi çalıya dolanmadık ama hiç bu kadar kolay da dolandırılmamıştık, değil mi? Yoksa banker Kastelli'yi de mi unuttuk? Yahu ne zaman yuttuk? 40 yıl keçi verdi, değil mi? Rahmetli şimdi nerelerde ki? Ruhuna el-fatiha! Üç kûlhu bir elhama bakar, değil mi? Hem soru neydi? Kanlı mı olacak, kansız mı? Yok, yok, o değildi? Paralı mı olacak parasız mı? Esas soru buydu ve paralı olduğu artık netleşti! Netleşti ama onca zıtlaşma nereye gitti? Bir yere gitmedi mi? Bir git mi? Bit mi? Biz yine de dağılmayalım mı?

Olur, dağılmayalım! Sorumuz neydi? Sorumuz şuydu: ne kadar çürüsek iyiydi? Mesela tarihi geçmiş ama tadı göçmemiş çikolata kadar mı? İftara kadar dayanır mı ki o çikolata? Nefis midir yoksa mesele nefs midir? Bindik bir dürtüye gidiyoruz fazilete. Ve ben de bir kere çıkmıştım hazretlere. Valiydi kendisi ve çocuk aklımla işte beklerken bir hediye, artık kalem olur, oyuncak olur, silgi, defter olur, her ne olursa olur, kabulüm, ama almıştım küçük bir çikolata sadece. İyi ki aylardan Ramazan ve günlerden oruç değilmiş. Şimdi düşünüyorum da çok şanslıymışım elimdeki o minik hobby çikolata ile. Fotoğrafım bile var. Siyah-beyaz!

Tabii ki o zamanlar daha bu kadar çürümemiştik. Az çürümüştük. Ümraniye çöplüğü kadardık. Sonra biliyorsunuz zaten Elon Musk da o zaman daha gençti. Annesi mankendi ve sonra küçük Elon büyüyüp Mars'a gidecekti. Ama ondan önce Ay'a gidecekti. Ezhel'in şarkısındaki aya mı yoksa yaya mı? Dedi ki götür beni aya aya aya, dedim gidek uzaya aya aya! Ha ha ha!

İşte böyle. Biz de öyle durup durup dağılıyoruz. Sorumuz neydi? Sorunumuz neydi? İç dünyamız mıydı? Oralardan roman olur muydu? Hayatlarımızdan. Çikolatasızlık tadında bir hayattan roman çıkar mıydı? Çıkmazdı. Bizim romanlar bayağı, bildiğiniz çıkmaz sokaktı. Zaten hayatlarımız çıkacaksa Manifesto’ya çıkmalıydı. Çıktı da! Yoldaşlar, kimse yapmamıştı, yaptılar, bizim bildirgeyi oyun yaptılar. Ne diyorum ben? Oyun da değil. Hayat bu be! Sahne tozu da değil, mücadele bu be! Sandallarında binbir oyun, sağolsunlar, atladım kayıklarına, çıktım onlarla yeni kıtalar bulmaya. Çıktım da ama o da ne, o bit pantolonu ve bit aklıyla adam kayıkları aşırmış tepelerden, kodları geçirmiş herkesten ve üstüne Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştaymış. Kimsenin gözünün yaşına bakmamış ve fethetmiş ceplerdeki tüm koinleri! İki milyar dolarcık kadarmış! Kararlıymış. Neydi? Fatih'in yaşındaymış!

Düşünüyorum da şimdi, tüm bunlar olurken aklına gelmiş midir şiir? Kesin. Fetih bu! Sonuçta kimin nereyi alacağı belli olmaz. Tiran'a giderken de okumuştur içinden. Buraya kadar her şey yolunda! Buraya kadar her şey yolunda, diye. Ama yine de Tosuncuk kadar olamaz. Birinciliği, biricikliği ÇiftlikZamk'a ikinciliği ise Toreks'e vermişler. Manifesto’da yazar bunlar, açık ve net: Sermaye çürütür! Hey hat! Siz daha kumda debdebe debelenin! Değil mi ey Lenin!

Ama derdimiz iç dünyamızdı, değil mi? Psikoterapiyi kim yapardı? Kim, kime, neyi satardı? Onca yoksulluk varken durma sen de aç bir kurs, bak keyfine be Tolga! Huzursuz da olsa! Amaaaannnnn! Nereden çıktı bu muzır! Yav, ne demişti Lacan: jouissance! Offff! Hazdaki huzursuzluk. İmgesel, simgesel ve host-truth! Çağ bu! Oku ve sonra satarsın işte bunları. Alırsın hazzını. Huzurlu, huzursuz, ne fark eder ki! Hazdaki kâr gibisi var mı ki! Hem o zaman sen de döner ve dersin ki Lacan'a "Hoca, ne kasmışsın be ya!" Üstüne bir de eklersin: “Senin seminerlerden roman olur mu?” Dizi furyası var da! Acılı, içsel ve psikosatolojik! Fırsat bu fırsat. Seminer XI mesela. Acayip gitmez mi? Bir de şu çocuk vardı ya, hani genç, deli mi ne! Gelmişti tam senin seminerin başında. Konuşmuştu, abuk sabuk. Ne dediği belli değil. Sen ne demiştin? Hiç belli değil! İşte, onu dizi yapmışlar ya! Hazdaki huzur gibisi yok ama!

Fazdaki kusur gibisi de yok. Ama neymiş: Hepsi yolda giderken ölmüş! Telef! Ayrıca her şey karşılıklı saygı ve evrensel hukuk çerçevesi içinde cereyan etmiş. Yaşanmış bitmiş. Kim kime, dum duma! Adalet mülkün temeliymiş. Yani ülkenin! Sen ne sanıyordun oradaki mülkü ki? Mal, arasa, arazi, konut ve de donut mı? Ne malmışsın be! Ayrıca, tesadüfen girmişsek bile aynı kareye, biliyorsunuz içinde olduğumuz şu dijital çağda olabiliyor öyle kareler, kimin kiminle, ne zaman, nerede ve nasıl yan yana gelebileceği belli olmuyor ve çekiliyor işte o kareler, yapılıyor o paylaşımlar, ben her gün bilmem kaç bin kişi ile fotoğraf çekiliyorum, nereden bileyim tüm bu it kopuğun, ne ve de kim olduğunu, bu nedenle girmişsek bile aynı kareye tanımıyorum kendisini. Tanımıyoruz kendilerini. Giderken ölmüşler hepsi. Hem olsa olsa toy bir kırım olmuştur o. Olmuştur da olamadık işte yine de yekpare bir bütün. Olamayınca da işte o fazdaki kusur, neydi şu Fransız afarozodiyak analistin adı, işte onun dediği gibi, eğer jouissance hazdaki huzursuzluksa janosid de fazdaki kusur değil midir? Konuşturuyorsunuz beni böyle. Konuşturmayın!

Dönelim başa, en başa: Her şey gaz ve toz bulutuydu. Ve insanlık gazı da tozu da bulutu da satacak çağa geldi yarabbi şükür. Ne büyük gelişim, değişim, delirişim, değil mi? Şirin şirin. Dışın dışın. Ama biliyorsunuz, aslında düşün düşün büyük, ortanca, küçüktür işin. Ama bana soracak olursanız düşün düşün sınıftır işin. Kaçarı yok! Amma ve lakin, biliyorsunuz öyle bir şey yok. Var da yok işte. Ay, ne daraldım ben bu çağdan! Ama ne olmuş biliyor musunuz, ey bacılar, Alman Sağlık Bakanı’nın kocası da (affedersiniz ama o da şeymiş bu arada) maskeleri almış, kendi karısının (affedersiniz ama o da şeymiş bu arada; koskoca bakan!) bakanlığına satmış. Akşam yemekte konuşmuşlar: “Canısı, bu büyük aşkın maskesi kaça gider diye!” Medeni bir ülke işte. Masada mumlar var, tabaklarda shit-in-zhel, bardaklarda ise şato-biryan! Kalmış mı geriye üç dişi. Ama yine de dişli! Gelişme böyle bir şey! Gaz ve toz bulutu. Hem de satılık. İster maske ister dezenfektan olarak. Yeter ki eşlerden birisi bakan olsun. Gerisi aşk gibi bir şey işte.

Ya, bir şey soracağım, yanlış anlamayın ama herkes kendi bakanlığına bir şey satarken biz neden bakıyoruz? Medeni mi değiliz? Masada bir şey mi eksik? Aşk mı yok? Arkadaş ne zaman bitti? Zibidi bir libido değil mi o? Bakın, gelin, bakakalmayalım öyle yabani yabani! O şatoya sürün bari! Zaten ben de bakmadım gari! Hemen kalktım masadan, kendimi kendime sattım. Biraz ucuza gitti ama olsun. Ekonominin çarkları dönsün yeter!

Dönsün. Ama biz de başa dönelim. Ne olursunuz! Bir el atın. Bir el edin. Heyyyy! Durun! Tarihi durdurun ey ahali! Boğaz tokluğunun kenarındaki villamdan sesleniyorum: Evde sıkıldık demeyin! Aman diyeyim. Önce şükür lazım bize. Şükredin! Ey emekçiler! Sesim geliyor mu? Koronadan size ne! Şükredin! Emekçiler! Evet, evet, size söylüyorum: “Tam kapanma olmasa bile biz kendi irademizle tam kapanma yapabiliriz.” Sonuçta her şey kafada bitmiyor mu? Bunu en iyi ben biliyorum. Arzu. Gözümü kapatıyorum, dünya yok oluyor. Acı yok, sancı yok, iç çekişler yok. Haykırışlar, yalvarışlar ve sataşmalar yok. Mesnevi tterapi bu! Sonra açıyorum gözlerimi, aaa Maldivler! Hem kocam var benim. Özel jet kalmayınca garajda, bir küçük yolcu uçağı kapatıyor, gidiyoruz kuzumla. Parasıyla değil mi? Evet, evet, yaşasın sermaye! Oh, o ne büyük aşk. O ne büyük dopamin! Ama yine de ne olur, bir durun! Gelin başa dönelim!

Dağılmayalım dediydik, bir daha, bir daha dağıldık. Nerelerden nerelere geldik! Şimdi kim toplayacak bizi? Zaten, son 150 yıldır hep böyle olmamış mı? Das Kapital toplaşırken tek elde, Ah Kapital dağılmış her yerde! Ama biz yine de dağıta dağıta giderken dağılmayalım! Sorumuza dönelim. Sorumuz şuydu: ne kadar çürüsek iyiydi? Ne dersiniz? Ne kadarı keser bizi? Evetttt, elleri görelim! Kim, ne diyor? 128 mi? 1128 mi? Yedi tane iki mi? İki üstü yedi mi? Söylesenize o kadar ikiyi kim yedi? İklim krizi mi? Höst mü? Zört mü? Çürümeyecektik mi? De hadi git mi?