Devletin içindeki kavga çok kafa karıştırıcı olduğunda bize temel bir sorunun yanıtını tersinden hatırlamak düşecek. Bu devletin sahibi kim mi? Biz değiliz…

Bu devletin sahibi kim?

Ülkücülerin bu devletin asıl sahibi olduğu iddiasını bir kez olsun duymayan kimse var mı bu ülkede? Dediklerine bakılırsa Türkiye’de devleti uzun, hatta çok uzun zamandır milliyetçi hareket yönetiyor ve devletin asıl sahibi onlar.

12 Eylül darbesinden sonra hapise giren MHP kurucusu Türkeş de o meşhur sözünde bunu söylüyordu. Kendileri hapiste ama fikirleri iktidardaydı. Hapiste, muhalefette veya iktidar ortağı olarak cumhurbaşkanının hemen yanı başında olsalar da fark etmedi, bu yaklaşım faşist harekette hiç değişmedi.

Üstelik bu iddiayı destekleyecek somut dayanakları da hep vardı. Fikirlerinin iktidarda olmadığını söylemek zaten zordu, çünkü devlet iktidarda hangi parti olursa olsun milliyetçi söylemi kullanmaktan hiç vazgeçmemişti. MHP kökenli kadrolar da, Fethullahçıların devlet içinde yoğunluklu bir operasyona giriştiği dönemlere benzer kısa aralıklar dışında, devlet kademelerinde görev üstlenmeye hep devam etti.

Görünüşe bakılırsa faşist hareket haksız sayılmazdı. Ama ülkücüler önemli bir noktayı kaçırıyordu. Tüm bölmeleriyle MHP çevresi devlet mekanizmasında sürekli söz sahibiydi, çünkü devletin sahiplerinin onlara ihtiyacı vardı. Fikirleri veya kadrolarıyla devlete hizmet ediyorlardı. Zaten kendi aralarında bunu ifade eden de çoktu. Onlar bu devletin hizmetkarıydı, ama çoğu zaman kendi sahibi oldukları bir devlete hizmet ettiklerini söylemek hareketin hem içi hem de dışı için işlevliydi. 

Türkiye’de devletli tarikatlarda da benzer bir söylem yaygındı. Kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman açık açık ifade etseler de, devletin çeşitli noktalarında çok sayıda adamları vardı ve devlet onların elindeydi.

Tıpkı ülkücüler gibi bu tarikatların da görünüşte haksız olduğunu kimse söyleyemezdi. Türkiye’de devletin içinde tarikatlar, dönemin koşullarına göre kiminin ağırlığı azalsa, kiminin artsa da hep oldu. Ama aynı ülkücüler gibi, onlar da hep bir ihtiyacın ürünü olarak oradaydı. Devletin sahiplerinin hem milliyetçi hem de dinci gericiliğe ihtiyacı vardı. Bu koalisyon zorunlu gereksinimlerin teşkil ettiği maddi zemin üzerinde yükseliyordu.

Türkiye’de kendisini kemalist olarak adlandıran geniş bir çevre, Ergenekon ve Balyoz operasyonları sırasında sivil ve askeri bürokrasiden tasfiye edildiğini söylerken aslında bu devletin içinde bir yerleri olduğunu da iddia ediyordu. Aralarından bazıları AKP ile Fethullahçıların arası bozulduğunda yeniden göreve talip olduğunda akıllarda yine aynı iddia vardı. Onlar da haksız sayılmazdı. Zamanında bu devlet içinde önemli görevler üstlenmişlerdi, ama dinci gericiliğe ihtiyaç artar, dinci gericilikle tarihsel bağlamda aynı kulvarda bulunan milliyetçiliğe duyulan gereksinim sabit kalırken, dincilikle melezlenmiş bir milliyetçilikten ayrı değerlendirildiğinde kemalizme dair ihtiyaç azalıyordu. Bu nedenle yeni gereksinimleri değerlendirip anlamaya çalışırken farklı farklı kemalizmlerin icat edilmesi bir rastlantı değildi. Bu farklı kemalizmlerden bazılarının tekrar devlet görevlerine talip olması da…

Bu devlet düzenin sürdürülmesi, sermayenin hakimiyetinin sürdürülmesi için bir araçtı ve 1980 yılında Türkiye başka bir birikim düzenine geçirilirken bu yeni düzene uygun bir şekilde devlet de yeniden yapılandırılmaya başlandı. Devlet içindeki karşı devrimci yığınağın artması, dinci gericilik ve milliyetçiliğe olan ihtiyacın çoğalması da buna koşut olarak gelişti.

Sürekli bir ucuz emek arzına, bunun için de tarihinin en büyük genişlemesine tanık olan işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesine, ideolojik ve siyasi mekanizmalarla, milliyetçi ve dinci ideolojilerin yardımı yetmediğinde de gerektiğinde zorla baskı altında tutulmasına dayanan bir birikim modelinde devletin dönüştürülmesi kaçınılmazdı.

AKP bu süreci mantıksal sonuçlarına götürdü. Kimilerinin iddia ettiği gibi devlet geleneği yerle bir edilmedi. Yeni döneme uyum sağlayamayanlar elbette tasfiye edilecekti. Yetkinin tek elde toplanması da bir ihtiyaçtı, devlet mekanizmalarının hızlandırılması da… Devlet yeni ideolojisine uygun daha gerici kadrolarla tahkim edilirken elbette birtakım boşluklar oluşacaktı. Bu süreçte devletin içinde her türden sürtüşmenin ortaya çıkması da doğaldı.

Bu büyük dönüşüm devletin çeşitli mekanizmalarında devletin asıl sahipleri açısından pek çok soruna da yol açtı, ama devlet geleneği biçim değiştirse de esas açısından olduğu gibi duruyordu. Devlet görevinin başındaydı ve sermayenin kesintisiz devam etmesi gereken birikim sürecine sahip çıkıyordu. Düzenin işlemesini sağlıyor, emekçilerin ücret karşılığında mal ve hizmet üretmeyi sürdürmesini ve üretirken sömürülmelerini garanti altına alıyordu. Devletin esas sahibi ve işlevi hiç değişmiyor, devletin içindeki görevler de bu işleve dair oluşuyordu.

Bu yaklaşım bir basitleştirme gereksiniminden doğmuyor. Basitleştirmenin her zaman kötü olduğu iddiası kendi başına saçma sapan bir iddia ve insanların zaman zaman basitleştirmeye gerçekten ihtiyacı oluyor ama mesele bu değil… Devletin bu düzendeki karmaşık işlevlerini anlamak için bize bir çıkış noktası lazım.

Bu çıkış noktası olmaksızın devletin içindeki rekabeti, farklı siyasi odakların çekişmesini ve bu çekişme sırasında havada uçuşan iddiaları da anlamak mümkün olmuyor. Devlet için ve devlet içinde bir rekabet ve mücadele var. Çünkü bu düzende hem siyasi hem de ekonomik olarak rekabet vazgeçilmez ve temel bir mekanizma. Çünkü bu devletin asıl sahipleri olan sermayedarlar da kendi arasında rekabet ediyor ve pek çok konuda anlaşamıyor. Çünkü bu iç rekabet bir fanusta yaşanmıyor ve genel olarak sınıflar mücadelesinin gidişinden, işçi sınıfının durum ve hareketlenmesinden etkileniyor ve bu rekabette işçi sınıfına karşı yaklaşıma dair de pozisyon alınıyor.

Bu rekabeti takip etmek de, devleti asıl sahipleri adına kimin yönettiği de önemli. Ancak siyasi pozisyon alırken bu iç rekabetin devletin asıl sahibini hiç değiştirmeyeceğini akılda tutmak, kaydıyla… Bu düzen sürdükçe devlet patronların elinde kalacak ve onlar devletin sahibi olduklarını gerçekten devleti onlar adına yönetenlere veya devleti onların adına yönettiğini sanan ve bu şekilde hayal kuranlara gerektiğinde hatırlatacak.

Devletin içindeki kavga çok kafa karıştırıcı olduğunda ise bize temel bir sorunun yanıtını tersinden hatırlamak düşecek.
Bu devletin sahibi kim mi? Biz değiliz…