Kapitalizmin Anadolu’ya doğru girişi; verimli toprakların ve mülkiyetin yeni dertler açmaya başlaması; uluslaşma; Yunanistan’ın erken kopuşu; Osmanlı’nın sıkışması; Balkan Savaşları; gelgitler ve 20-30 yıl süren büyük nüfus hareketleri. En sonunda Ekim Devrimi, Kurtuluş Harbi ve mübadele. Bizim sokağın tüm hikâyesi işte bu büyük meselelerin içindeydi.

Bizim sokak ve tarihin tekerleği!

Çocukluğumun geçtiği küçük cadde, sokak önünde yol boyunca uzanan akasya ağaçlarının olduğu iki katlı evlerden oluşuyordu. Sorulunca evlerin Rum evleri olduğu söylenirdi. Ama öyle bariz bir işaret de yoktu. Diğer mahallelerdeki evlerden biraz farklıydılar, hepsi o. Şehrin diğer mahallerindeki evler kerpiç ağırlıklıyken bizim caddenin evleri taştan ve hatta kısmen de tuğladandı. Aralarında tabii ki kerpiç evler de vardı ama bir farklıydı işte. Hele de baharda açan akasyalarıyla...

Komşuluğun, açık kapı hayatın ve bahçelerden elma, erik koparabilmenin tatlı zamanlarıydı o günler. Her ev kendince ayaktaydı. Yamulanlar, dökülenler de vardı içlerinde ama henüz Özalizm uğramamıştı bizim oralara, yıkılmamışlardı. Her evin içinde dingin bir serinlik, sevecen bir huzur vardı. Peksimet kokularının ve başıboş çocuk koşturmacalarının mekânıydı o evler.

Özellikle bir ev vardı, halen aklımdadır. Geniş merdivenleri, ahşap sundurması ve yüksek tavanlı odalarıyla bu iki katlı ev, çocuk dünyası için neredeyse büyülü bir konaktı. Bahçesinde bir süs havuzu ve içinde de nazlı nazlı yüzen kırmızı balıkları vardı. Bizleri çok seven tatlı sahiplerinin seslenmeleri arasında girip çıktığımız bir oyun alanıydı o ev, o bahçe de.

Evler Rum evi, mahalle de Rum mahallesiydi işte. Öyle söylenirdi. Şehir merkezini Küçük Çarşı isimli bir meydana bağlayan bu caddenin hemen başında annemin çalıştığı ortaokul yer alırdı. Kocaman sınıfları ve yüksek pencereleri ile ara katlarında koştururdum. Yıllar yıllar sonra öğrenecektim ki bir Rum yetimhanesiymiş aslında.* Ve yine bizim caddenin hemen üstünde yer alan ilkokulumun yerinde ise Müjde Okulu varmış bir zamanlar. İncil anlamında. Söylenceye göre İtalyanların kurduğu bir Katolik okuluymuş. Ayakta kalamamış, yıkılıp gitmişti yıllar içinde.

Tabii ki bunların hepsi çocukluğun söylenceleri ve hayaletleri olarak başımızın üstünde dolanıp duruyordu o zamanlar. Ve yıllar içinde birer birer akasyalar kesilecek ve iki katlı evlerin yerini de sıkışık (ve çirkin) apartmanlar alacaktı. 15-20 yıl içinde her şey dümdüz olacaktı.

Her neyse...

Günlerden bir gün, bir yaz günü, sanırım 11-12 yaşındaydık; o zamanlar pek olmayan bir şey oldu ve iki büyük tur otobüsü geldi mahalleye. Yabancı plakalı. İçlerinden 50’li, 60’lı yaşlarında insanlar çıktı. Ağır adımlarla inip yürümeye başladılar bizim cadde/sokak boyunca. Tabii ki biz çocuklar da takıldık hemen peşlerine.

O zamanlar anadolu liselerine ilkokuldan sonra giriliyordu ve mahalledeki en yakın arkadaşım Nuri hazırlık sınıfını daha o yıl yeni bitirmişti. İngilizce öğrenmişti bütün yıl. Hâl öyle olunca O’nu sürdük en öne. Bir tercüman gibi. Gerçi biz ittiriyorduk, Nuri utanarak kaçıyordu ama meraklı gözlerle Nuri’nin lafa girmesini, selam vermesini bekliyorduk. Bütün iletişim umudumuz ondaydı! 

En sonunda kafilenin içinden bir ses duyuldu: “Dede evi” diye. Türkçe! Ve Nuri de o zaman sordu: “Where are you from?” Güldüler, gülümsediler ve bozuk bir Türkçeyle “Ussak” diye karşılık verdiler. Yunanistan’dan dedelerinin, ananelerinin evlerini, sokaklarını görmeye gelmişlerdi. Yıllar yıllar sonra. Ve yine o bozuk Türkçeyle eklediler: “Biz, kardeş!

Şaşırıp kalmıştık. Bir tek biz mi? Tüm mahalle şaşırıp kalmıştı. Dil yok, iz yok, herkes çıkmıştı sokağa. Konuşma denemeleri arasında en sonunda varıldı bahçesinde havuz olan o büyük evin önüne ve bizim taraftaki şaşkınlığa kafileden yükselen hıçkırıklar, gözyaşları eklendi. Bulunmuştu işte dede evleri! Tabii ki geçildi hemen bahçeye ve içildi kahveler. Kimse birbirini tam anlamasa da elden ele dolaşan eski fotoğraflarla yâd edildi geçmiş, toprağa karışanlar.

İşte sanırım ilk o zaman kırıldı aklımdaki düşman ve de aklımdaki kardeş! Herkesin kendince bir hikâyesi vardı. Ve kendince de haklılığı. Kafile gidince onlarla birlikte gelen büyülü havanın dağılması çok uzun sürmedi. Ortaya çıkan tarihi burukluğun ve yoğun duyguların sanırım hızlıca giderilmesi gerekiyordu. Hatırlarım, büyüklerden birisi çıkıp “Onlar da çok can yakmışlar buralarda!” diyerek aceleyle o hüznü dağıtmaya çalışmıştı.

Haklı mıydı? Yani “Onlar da çok mu can yakmıştı?”

Haklıydı! “Onlar” da çok can yakmışlardı “bizim” oralarda. Yanan canlar ve anlatılan acı hikâyeler bizim ev de dâhil her evde vardı. İki halk birbirine düşman olmuştu. Asırlarca iç içe yaşadıktan sonra.

O yıllardan sonra uzunca süre de öyle düşündüm, kardeşlik, düşmanlık konusunda. Ama dedim ya zihnimde bir şeyler kırıldı genel anlatıya dair. İç içe yaşayanlar birbirini kesmiş, biçmiş ve çok acılar çekilmişti. İyi de neden o tarihte olmuştu her şey? Neden mesela daha önce olmamıştı düşmanlık? Ya da öncesinde, hakikaten kardeşlik mi vardı?

Sonra yıllar içinde tamamlandı kafamdaki tablo: kapitalizmin Anadolu’ya doğru girişi; verimli toprakların ve mülkiyetin yeni dertler açmaya başlaması; uluslaşma; Yunanistan’ın erken kopuşu; Osmanlı’nın sıkışması; Balkan Savaşları; gelgitler ve 20-30 yıl süren büyük nüfus hareketleri. En sonunda Ekim Devrimi, Kurtuluş Harbi ve mübadele. Bizim sokağın tüm hikâyesi işte bu büyük meselelerin içindeydi.

İçindeydi ama geriye her iki tarafı esir alan bir milliyetçilik kalmıştı. Milliyetçilik özellikle geniş emekçi kesimlerde sistemin getirdiği yoksunluğu, ezilmişliği, eksikliği en kolay örten özdeşimleri sunan bir siyaset. Çok doğrudan bir kimlik sağlıyor ve dünyayı da hızlıca “biz” ve “onlar” diye bölüyor. Bir çırpıda da kötü olan her şeyi karşıya yüklüyor. Bu nedenle ek bir akıl yürütmeye, oturup düşünmeye de gerek bırakmıyor. Böyle kolay yapışılan, kolayca içselleştirilen bir şey milliyetçilik. Karşısında gibi yer alan “kardeşlik” bile bununla malul.

Uzun zaman “kardeşlik” masalları kurdum genç kafamda. Küçük izler aradım o mahallede mesela. Zaten Özal yılları buldozer gibi geçti küçük caddenin üstünden. Ve geriye Tahtakılıçlar’ın evi dışında eski ev de kalmadı. Ki o evi de bütün çocukluğumuz boyunca Osmanlı Bankası’nın İstanbul’dan sonra Anadolu’da açılan ilk şubesi olarak yaşatmıştık aklımızda.

Velhasıl Türkiye’nin kapitalistleşmesi yıktı geçti o akasyalı küçük caddeyi ve Rumlar’dan (ve tabii ki Türklerden) kalma her şeyi. Ben ise uzun zamandır “biz” ve “onlar” diye bakmıyorum meseleye. Sokağı da tarihi de yıkan buldozerin peşindeyim.

Milliyetçiliğin, kapitalist rekabetin ve emperyalist paylaşımın bir kez daha kabardığı ve kapımızda savaş tamtamları çaldığı şu günlerde de…

* Yazıyı bitirmiştim ki garip, çok garip bir şey oldu. Yazı için görsel ararken üstteki fotoğrafa denk geldim. Annemin okulunun 1921’deki haline. Elinde bir yazıyla Rum yetimler duruyordu okulun basamaklarında. Fotoğrafın kaynağını biraz daha araştırınca da Kosta Pandazoğlu’nu öğrendim. Uşaklı Kosta’yı. Kemal Yalçın 2018’de ayrıntılı yazmış ama sanırım o gün, peşine takıldığımız o kafileyle gelen kişilerden birisiymiş Kosta Pandazoğlu. Uşak’a ilk kez 1992’de geldiği yazılmış ama muhtemelen o tarih 1988’dir. Ve babasının evleri de benim Müjde Okulu’nun sokağındaymış, Müjde Sokağı’nda. Ki bizim caddeden eski ilkokuluma çıkan o sokağın adı Müjde Sokağı’dır halen. Ne diyeyim… Tarihin kör tekeri. Döneceksen son bir kez daha dön! 

Kemal Yalçın’ın Kosta Pandazoğlu’nun vefatı üzerine 2018’de Evrensel’e yazdığı hatırata ise buradan ulaşabilirsiniz.