'Asrî Zamanlar'ın Şarlo'su, işçi tulumuyla üretim bandının başında vida sıkarken, hapşırması bile bandın akışını bozarken, Şarlo kamyonun ardından düşen kızıl bayrağı kamyona yetiştirmeye çalışırken, ardından binler yürürken, komünist elebaşlığından hapislere düşerken, çocukların aç kalması mümkün ama serserilik yapması suçken, Şarlo ve milyonlar işsiz kalırken, işsiz kalırken, işsiz kalırken… İlaç gibi geldi.

Bizim Şarlo

“Hepimiz amatörüz, daha da ilerleyebilmek için hayat kısa geliyor” diyor Charles Chaplin. “Sahne Işıkları” filmindeki çarpıcı sözlerden diğer deyişle harika aforizmalardan biri bu. Zeki Demirkubuz’a öfke duyup Chaplin izlemek…Chaplin’le temizlenmek doğrusu şifa gibi geldi. Bu konuya daha sonra geleceğim.

“Limelight”a dönersek, ne güzel film… İçinde bin bir renk, bin bir şenlik, bin bir hüzün barındıran; üstelik yine içinde tiyatrodan, baleye, müzikale kadar türlü türlü türlerin su gibi aktığı, hayata dair bir yüzleşme, kaygı, korku, zerafet, masumiyet, meydan okuma, inat, sevgi, dayanışma ve aşk klasiği. 

İnsan gibi, yaşıyor gibi, yaşıyoruz işte, der gibi, alçak gönüllüce, öylesine sessizce akan, yüreklere işleyen, incelikli, hüzünlü, eşsiz müzikli bir meydan okuma öyküsü. Üstelik Chaplin bestelemiş müziği; 'Ne deha sahibi insanlar bunlar' dedirtecek kadar yüreğimi genişleten, sevindiren; bugün de beni, 2020 Haziran'ında, Türkiye’de bir yerde, salgın evhamlarıyla huzursuzlanan bir kadının hayatına nüfuz ederek içini sağaltan, gururlandıran, onurlandıran ve çoğalma hissi uyandıran sanatçılar ve onların titizlikle var ettiği, çağıldayan ve her birimize doğru akan sanat eserleri… Ne güzeller ve ne güzel, iyi ki de varlar ve vardılar diye diye kamaştığımız, ilham aldığımız. Mutlaka izlenesi, Calvero ile mutlaka tanışılası, aradan zaman geçtiyse de buluşma ayarlanası ve yeniden görülesi bir film. 

Neden bu kadar içime dokundu, beni neden bunca etkiledi diye kendime sorduğumdaysa, son derece güncel ve bugüne dair de ondan, yanıtını alıyorum. Bu salgın günlerinde tiyatrocu dostlarımdan, müzisyen dostlarıma pek çok sanatçının yaşadığı en güç zamanların yakıcılığıdır belki yüreğimi düğüm düğüm edip de yumruğumu sıkmama neden olan. Anlattığından daha büyük bir gerçeğe ışık tuttuğundandır belki de bu müthiş etkilenme. O yüzden sıkı sıkı sarılıyorumdur müziğine, yoldaşlığına, hayata dair yüzleşmeye götüren aforizmalarına…

Şimdi takıldım kaldım gibi görünüyor filme ya, bu yazıya konu olan hikâye şöyle başladı aslında. Anlatayım. 

Başkasının yerine utanmak hâlini bilirsiniz. Pek tatsızdır. Utanmakla kalmaz dalga dalga öfkelenir giderek daha da sinirlenirsiniz. Öfkenizi kendi kendinize dillendirir, yakınlarınızla paylaşır ancak muhatabına akıtamadıkça da başa döner öyle bir sarmal içinde söylenir de söylenirsiniz. Neyse ki ben yazabiliyorum ve yayımlanıyor; bu yüzden de oldukça şanslı sayıyorum kendimi. Uzatmayayım. 

Her şey meşhur yönetmen Zeki Demirkubuz’un bir tweetini okumamla başladı. Tweet şöyle: “Olağan Şüpheliler filminde, karısı ve çocukları rehin alınarak teslim olmaya zorlanan Kaiser Soze’nin çatışmaya karısı ve çocuklarını vurarak başlaması, hayatta ve sanatta bugüne kadar gördüğüm en şahane karakter ve kararlılık gösterisidir. Olacaksa böyle olmalı insan.” Evet, her şeyin başlangıcı bu tweet. 

Mideme yumruk yemiş gibi oldum. 'Nasıl yani' dediğimi hatırlıyorum, nasıl? Görmezden gelmeyi denedim ama mıh gibi çakıldı beynime, dönüp dönüp sinirleniyorum anlayacağınız. Nasıl bir çürüme, nasıl bir hastalıklı yaklaşım, nasıl sanata dair olmayacak bir alt çizme. Lümpenlik diyen dostlara da rastladım sonra ki pek doğru. Kadın cinayetlerinden, çocuk cinayetlerine bir dolu karabasanla nefessiz bırakıldığımız olağan günlerin akışında erkeğin kararlılık göstermesi ve karakter yaratması eş ve çocuğunu öldürmesiyle tescilleniyorsa, vay vay vay… En şahane, en kararlı, en karakterli sahne, öyle mi? 

Bitmedi, “Olağan Şüpheliler”i izledik, izlememiştim ancak adını çok duymuştum. Film üzerine yazmayacağım, yazı haddinden fazla uzayacak. Ancak Kaiser Soze diye bahsedilen film karakterinin “Olağan Şüpheliler” içinde de şehir efsanesi niteliğindeki hayatının bir anına yönelik, film düşünüldüğünde pek ama pek önemsiz bir  sahnesinin Demirkubuz’a “en en”leri sıralatacak denli meşhur yönetmeni çarpması, neyin ürünü olabilir? Beni aşacak hakikaten. Yanıtını film eleştirmenlerine bırakalım. 

Ancak “Her temas iz bırakır” özlü sözünü doğrularcasına ne mi oldu? Keyifle Chaplin’in “Asrî Zamanlar”ı ve “The Kid” filmi izlendi yeniden. (Niyeyse “Modern Zamanlar” yerine asrî sözcüğü daha bir oturuyor gibi geldi. Asrî’de bi yabancılaşma, bi koketleşme, bi sakillik, dışarıdanlık var gibi çağrışım açısından.)  

Haliyle zehre panzehir gerek. Hastalığa aşı gerek. 

“Asrî Zamanlar”ın Şarlo'su, işçi tulumuyla üretim bandının başında vida sıkarken, hapşırması bile bandın akışını bozarken, patron sıkıntıdan yapboz oynarken, fabrikada öğle saatlerinde de üretimin devam etmesi için yemek makinesi satın almayı düşünürken, Şarlo kamyonun ardından düşen kızıl bayrağı kamyona yetiştirmeye çalışırken, ardından binler yürürken, komünist elebaşlığından hapislere düşerken, çocukların aç kalması mümkün ama serserilik yapması suçken, Şarlo ve milyonlar işsiz kalırken, işsiz kalırken, işsiz kalırken… 

Ve bizleri en incelikli, en kararlı, en öfkeli ama en ışıklı kahkahalara boğarken… İlaç gibi geldi.

“The Kid”i ise hiç sormayın. Bir sanatçı nereye bakar? Kimi görür? Neyi anlatır? Neden anlatır? Neyle dertlenir? Kimin yanındadır? Alın size son derece yalın birkaç soru.

Bitirirken, “Asrî Zamanlar”ın sonunda şöyle mi demişti Chaplin, o halde biz de diyelim: “Gülümse, umudunu kaybetme, mutlaka başaracağız.”