Yüzü gergin, dokunsan ağlayacak. Bir kâğıt iliştiriyor poşetlerin üstüne. 'Alabilirsiniz, bizden çocuklarınıza bir damla armağan.'

Biz ve mahalle bakkalı…

Caddenin ortasındaki çatalın orada mahalle bakkalımız var, karşısında gelen geçenin soluklandığı küçük bir kahve, ileride fırın, elli metre ötesinde kilise, aşağısında cami.

Kahve pandemi yüzünden kapalı ama yine de mahalle insanlarımız yüzlerinde maskelerle orada selamlaşıyor, eğleşip, dertleşiyorlar.

- Bunun sonu yok mu ağabey, öldük.

- Oy verdiklerine bak, umurlarında değil, ne seni düşünüyorlar, ne beni, ne ülkeyi varsa yoksa kendileri.

- Bin sefer söyledik hay elim kırılsaydı diye, dönüp dolaşıp aynı şeyi başıma kakıyorsunuz, kendimi kötü hissediyorum.

- Daha dün berber Mehmet dinden, imandan dem vurup övgüler düzerken ağzının suları aka aka dinliyordun. İki laf edemedin. Vatandaşı açlığa, yokluğa, yoksulluğa süpürenlerin ülkenin varını, yoğunu iç ettikleri konusunda tek fikrin yok mu?

- O konu da hakkını yedirmem, gelmiş geçmiş en dindar devlet adamı, Menderes’ten beri böylesini görmedik.

- Ne demeli sana bilemedim ama aklınızı bununla yıkıyorlar işte. Bir devlet adamı vatandaşının inançlarıyla, dinsel, cinsel tercihleri ile ilgileniyor bunu kendi çıkarları için siyasetine alet ediyorsa o ülke çürür. Bak insanlık tarihine.

- Karıştırmasak orasını.

- Olur.

Gülüşüyoruz, bakkalın çırağı Ali geldi elinde bir gazoz şişesi ile plastik bardaklar.

- Patron size gazoz gönderdi, bu akşam itibariyle kapatıyoruz. 

Bakıştık, çocuk bardakları dolduruyor, ayaklarımın altındaki sarman açlığını fısıldıyor mırıl mırıl, birbirimizi süzüyoruz. 

- Mahallemizin neşesi yitiyor beyler. Ben 17 yıldır buradayım, sizin içlerinizde burada doğmuş büyümüş olanlar var. 
Şu caddenin dili olsa da konuşsa. Şuradaki şimdi otopark olan Gong sinemasının, aşağıda tahta konakta oturan Behzat Budak’ın, yandaki giriş katta yaşayan ressam Ayşe hanımın, mahallenin neşesi marangoz Agop’un, müzisyen Selami beyin, terzi Hacer teyzenin izleri yok ediliyor. 

Arnavut kaldırımları sökülüp beton dökülerek üstüne plastik kalıplarla taş süsü verdiklerinde "dünü yok edilenin yarını olmaz bu cinayettir izin vermeyelim" demiştim. "Güzel oldu ağabey bak tertemiz" demiştiniz. İlk yağmurda alt katları su basıncaya kadar sustunuz.

Nasıl bu hale geldik, kim boğuyor tüm bu güzellikleri, neden düşünmüyorsunuz?

Şimdi sıra 50 yıllık bakkalımıza geldi o fener de sönerse daha fazla yalnızlaşacağız, çare bulmalıyız.

- Nasıl edeceğiz ağabey. Bakkalın borç defterini görsen ağlarsın. İsmet vicdanlı insandır, çaresiz vatandaş 250 gram zeytininin parasını bile deftere yazdırmış.

İsmet çıkıyor dükkânın önüne, Van’dan kendi bahçelerinden getirdiği elmaları ve meyve kurularını dolduruyor poşetlere, hüzünle izliyorum. Yüzü gergin, dokunsan ağlayacak. Bir kâğıt iliştiriyor poşetlerin üstüne. “Alabilirsiniz, bizden çocuklarınıza bir damla armağan.”

Ayağımın altındaki sarmanı kucağıma alıyorum. İsmet’i alnından öper gibi öpüyorum. Dönüp bize doğru bakıyor, elini kaldırıyor usulca “Hakkınızı helal edin komşular, borç defterini soran olursa söyleyin bana kimsenin borcu yok.”

Demin dinden imandan söz eden Ahmet başını öne eğiyor.

- Helal olsun şu İsmet’e. Sus sen sus, daha 3 yıl önce bu adam solcu diye ihbar eden sen değil miydin?

Bakıştık, çattım kaşlarımı, bir daha bakıştık. Usulca sokağın sonuna doğru sıvıştı. 

İsmet’i izledik bir süre, ağlamaklı yüzünü gizliyor. Kapının önüne asılan elma dolu poşetlere yönelen bir yaşlı amca yazıyı okumaya çalışıyor.

- Ne yazıyor burada evladım?

- Askıda elma amca, alabilirsiniz.

Yürüdüm eve doğru, sarman konuşa konuşa ardımdan seyirtiyor. 

Hüzün kaplıyor yüreğimi. 

Son ses müzik dinlemeliyim, belki solo bir çello, sonra kışa direnen balkon çiçeklerinin arasından Haliç’e doğru bağırmalıyım.

“Hep kahır hep kahır, bıktım be.”