O zamanki nüfusu 20 binin altındaydı. Demek, küçük bir sahil kenti. İl merkezi olduğu için kent sözcüğünü kullanıyor olmalıyım, yoksa kasaba daha uygun düşer. Bugün 100 bini çoktan aşmış nüfusuyla koca bir kent durumunda. Eskisini hatırlıyorum, çocukluğum ile ilk gençliğimin küçük ve güzel kentiydi; “büyülü” desem, kendi açımdan hiç abartılı olmaz. Şimdikini ise bilmiyorum; bir iki kez bulunmuşluğum var, toplasan on gün etmiyor.

“Biz tıbbiyeye gönderdik, o gitti tiyatrocu oldu”

Biraz hüzün, biraz gırgır. Bu kez de öyle olsun.

Bu sözcük 1972 yılına kadar dilimizde yoktu, dersem herhalde yanılmam. Yanılmadığıma aşağı yukarı eminim de herhangi bir araştırma yapmadığım için “herhalde” diyorum. Dil dediğimiz, insanın en önemli özelliklerinden biridir; onunla ilgili her türlü düşünme ve araştırma çabası, insanı ve mücadelesini anlamada eşsiz imkânlar sunar.

Bu dediğim, az önceki “gırgır” sözcüğü için de geçerlidir, kuşkusuz. Benim öyle pek fütursuzca ahkâm kesmem, yaşımın sağladığı avantajla ilgili sayılabilir; o yılı ve çok daha öncesini aklı ererken yaşayanlar arasındayım. Yine de, yazıp söyleyip durduğumuz sözlerle ilgili incelemeler yapamadığıma, bunu sağlayacak bilimsel birikim ve zamana sahip olamadığıma çok hayıflandığımı belirtmek durumundayım.    

Az önce verdiğim tarih, mizah yayıncılığı alanındaki birçok bakımdan benzersiz Gırgır dergisinin çıkış tarihidir. O dergiyle özdeşleşmiş Oğuz Aral ise ülkemizde sayıları az olmayan karikatürcüler arasında hem en iyi, hem en çok sevilmiş çizerlerden biridir. Bununla birlikte, onun bir pantomim ustası ve öğretmeni olduğunu bilenlerin sayısı azdır. O az sayıdaki insanın arasında ben de varım.

Böyle dediysem, kendisiyle tanışmak, birlikte çalışmak şansına sahip olduğum sanılmasın. Tanışıklığım uzaktan ve dolaylıdır. O dolayımın adı ise Üstün Korugan’dır. Oğuz Aral ile birlikte pantomimlerle Anadolu turnesine çıktıklarını anlatırdı. Kim bilir kaç kez söz etmişimdir ondan. Şiir bile yazmışlığım vardır. Bu kez hangi vesileyle yazdığımı biraz sonra anlatacağım. Gerçi, bir vesile gerekmez ondan söz etmek için. Keşke daha çok ortak yaşantılarımız olsaydı, daha iyi tanısaydım da daha çok yazıp konuşabilseydim onunla ilgili olarak.

***

O zamanki nüfusu 20 binin altındaydı. Demek, küçük bir sahil kenti. İl merkezi olduğu için kent sözcüğünü kullanıyor olmalıyım, yoksa kasaba daha uygun düşer. Bugün 100 bini çoktan aşmış nüfusuyla koca bir kent durumunda. Eskisini hatırlıyorum, çocukluğum ile ilk gençliğimin küçük ve güzel kentiydi; “büyülü” desem, kendi açımdan hiç abartılı olmaz. Şimdikini ise bilmiyorum; bir iki kez bulunmuşluğum var, toplasan on gün etmiyor.  Onlardan kalan izlenimimse pek olumlu sayılmaz. Ancak, o sınırlı sürelerde edinilmiş yetersiz verilere bakarak yargıya varmak, hem acımasız hem dayanaksız olur.

Çanakkale’den söz ediyorum. Liseye yeni başlamıştık. Okulun içindeki bir mekânda mı yoksa belleğimde “Halk Bahçesi” adıyla kalmış güzel parkın içindeki Gençlik Tiyatrosunda mıydı, emin değilim, dört beş öğrenci bir oyun sahnelemiştik.

Oyunun adı “Çürük Elma” idi. Yazarı Atila Alpöge, bizim yakın tiyatro tarihimizde önemli bir yeri olan Genç Oyuncular’dan. Üstün abi de gelip seyretmiş bizi, ardından “gelin beraber çalışalım” diye çağırmıştı. Bu tür gösterileri öğrenci  velileriyle öğretmenlerden başka kim izler, denilmesin. Görkemli altmışlardayız, ülkenin her yanı cıvıl cıvıl; herkes öğrenmeye, öğrendiklerini öğretmeye, değiştirmeye çalışıyor. Düşünsenize, nüfusu 20 bini bulmayan bir il merkezinde 200 kişilik tiyatro salonu var. Bu Üstün abi dediğim de üniversite öğrencisi, fırsat buldukça ailesinin yaşadığı yere geliyor ve orada bi işler karıştırıyor liseli çocuklarla...

Karıştırdığı işlerden biri bize pantomimciliği öğretmek. Haftalarca uğraştıktan ve “oyunu çıkardıktan sonra”, ilk gece, o 200 kişilik salon aşağı yukarı doluydu, aradan sonra ise yarı yarıya boşalmıştı. Meğer, bazı seyirciler, bizim fuayede görevli arkadaşlara “yahu bunlar ne zaman konuşacaklar” diye sormuşlar. Onlar da “afişlerimizi görmediniz mi, bunlar sözsüz oyunlar, hiç söz olmayacak” demişler. Salon epeyce hafiflemişti. Sözün gücüne bakın siz, ya da bizim acemiliğimize! Yazının gırgır yanını oluşturmak için biraz abartıyorum aslında; yoksa, basbayağı bir ustalık kazandığımız söylenirdi.

Biraz sonra sözünü edeceğim eski yazımda şöyle anlatmışım: “Pantomim çalışıyor, tamamı sözsüz oyunlardan oluşan ve bir iki saat süren gösteriler sergiliyorduk. Seyircilerin gösteri başladıktan onbeş yirmi dakika sonra sabırsızlanıp “bunlar ne zaman konuşacaklar” diye birbirlerine sorduklarını sahneden işittiğimizde kıkır kıkır güldüğümüz, biz sahnede gülüştükçe hocamız ve rejisörümüz Üstün ağabeyin dellendiği oyunlar… Kuliste ve sahnede çalışırken, tiyatronun yanı sıra, her türlü komünistliğin de anlatılıp konuşulduğu bir özgürlük mekânı… Zaten, tiyatronun olduğu yerde komünistliğin olmadığı pek görülmemiştir.”

Sıkıntı bu kadarla kalsa iyi.   

Bu işleri karıştıranların kapısından polis, jandarma da eksik olmuyor. Zaten öyle olmayan tiyatrocuya tiyatrocu mu denir! Başlığa aldığım söz Üstün abinin babasına ait. Benim de bir iki kez tiyatroda gördüğüm ve muhterem bir insan olarak belleğimde kalmış emekli albay, onun tiyatro çalışmalarıyla ilgili olarak kim bilir hangi abuk sabuk gerekçeyle kapısına dayanıp oğlunu soran polislere çıkışırken söylemiş o sözü: “Ben ne bileyim nerde olduğunu, biz okusun diye tıbbiyeye gönderdik, o gitti tiyatrocu oldu.”

Aslında tam öyle değil. Üstün Korugan bizim tiyatro ve pantomim hocamız, solculuk bahsinde ilk öğretmenimiz oldu; ama Cerrahpaşa’da okuduğu tıbbiyenin de hakkını verdi, hatta profesör bile oldu. Anladığım kadarıyla, çizgisini de sürdürdü; meslek örgütünde görevler aldı, seksenlerin başında İstanbul Tabip Odası başkanlığı yaptı. Sanıyorum İTO başkanı olduğu sıradaydı, 12 Eylülcülerin  ünlü 1402 sayılı sıkıyönetim yasası çerçevesinde üniversiteden atılmıştı. Altı yedi yıl kadar süren bir hukuk mücadelesinin sonunda geri dönebilmiş. Diyeceğim, kökenini bilmediğim, “tıbbiyeden her şey çıkar, doktordan gayri” sözünü “tıbbiyeden her şey çıkar, doktor da” biçiminde düzeltenler arasındadır.  

Benim ondan yeniden haberdar oluşum da o günlere rastlar. Yıl 1983 olmalı, sıkıyönetim yasasına dayalı olarak üniversiteden atılmıştı; gazetede fotoğrafını görmüştüm benim üniversiteden iki hocamla birlikte. “Üç 1402’lik” yan yana. Yine sonradan öğrendiğim bir olay var bununla ilgili. Şöyle: Üniversiteden atıldığı sıralarda tıbbiyeden bir öğrencisiyle sokakta karşılaşmış. “Hocam, sizi özlüyoruz, niye böyle oldu?” falan diyerek tezahürat yapmış öğrencisi. Uzatmamış Üstün abi, “İşte, 1402” demiş. Çocuğun yanıtı: “Hocam o Malazgirt savaşı değil miydi?” Yürüyüp gitmiş Üstün hoca, “Bari tarihi bilseydin evladım” demiş içinden, ne desin!    

Yalnız, pantomim dersleri arasında bizimle hoşbeş ederken, psikiyatri uzmanlığı yapacağını söylerdi; oysa, iç hastalıkları ve bağlantılı alanlarda ciddi çalışmalar yaptığını, bildiklerini halka anlatmak için uğraştığını çok sonra öğrendim.

Öğrendim ve, içimde bir ukde olarak kalmıştır, İstanbul’a gidip kendisini bulacak, fakültede mi her neredeyse odasının kapısını tıklatacak ve “Abi, ne iş, hani psikiyatriydi!” diye takılacaktım. Yapamadım.

***

İşte o Üstün Korugan, bundan on altı yıl ve birkaç gün önce, 21 Haziranı 22’ye bağlayan gecede ölüp gitmişti. Oğlunun babasının ölümünden epey sonra yazdıklarını yeni buldum. Şöyle yazmış: “Dr. Üstün Korugan’ı 2004 yılının en kısa ve karanlık gecesinde yitirmemizin üzerinden yedi yıl geçti. Bin bir yüzü vardır her insanın. Tümünün güzel olması kolay değil. Üstün Korugan öyle biriydi. Nazım’ın “Yaşamak şakaya gelmez.”  deyişini haklı çıkarırcasına yaşama ciddiyetle bağlı, ciddiyetle şen, ciddiyetle iyi, ciddiyetle sorumlu ve ciddiyetle üretken yaşadı. Yaşamın bütün köşelerinde hep aynı güzellikle var olmayı bildi.”

Hangi gün ve nasıl öldüğünü de  yeni öğrendim. En kısa geceyi ertesi güne bağlayan saatlerde ve yurt dışındaki bir uluslararası toplantıda kaptığı bakteri yüzünden tedavi edilmeye uğraşılırken ölmüş, beklenmeyen bir sonuç olarak.  Öldüğünü öğrendiğimde anlatılmaz bir hüzün yaşamıştım, derin bir acıyla birlikte. Şimdiyse hepsini geride bırakan bir pişmanlık duyuyorum. Neden gidip kapısına dayanıp “Merhaba abi, beni hatırladın mı?” dedikten sonra, sanki anlarmışım gibi, psikiyatriden vazgeçme öyküsüne, oradan da yapıp ettiklerimize, mücadelemizin hallerine sözü getirmedim diye… Hiç değilse bu kadarını yapmadım diye…

Yıllar önce, 2011 Eylülünde burada yazdığım bir yazıda onun ölümünden “on yıl, belki de daha çok oldu” diye söz edişime ne demeli peki? Sadece bir bellek yanılmasından değil, içimdeki az önce sözünü ettiğim anlatılmaz hüzün ile acıyı olabildiğince eskiye göndererek hafifletme içgüdüsünden kaynaklanmış olsa gerek. Var mıdır böyle bir içgüdü, bilmem.  
Bir de, bu insanla 1965 yılından sonra hiç yüz yüze gelmediğimi söylersem, bu yazı iyice anlaşılmaz olur herhalde.

Siz siz olun, benim yaptığımı yapmayın. Sevdiğiniz, üzerinizde emeği olduğunu düşündüğünüz  insanların bu dünyaya kazık kakacaklarını sanıp yapılması gerekenleri ertelemeyin. Sonra duyduğunuz  pişmanlığı anlatmaya yetecek söz bulamazsınız.