Seksen altı yılı geride bırakmışız. Avrupa’da pek çok ülkeden daha önce verilen bir hak olarak selamlanıyor. Ancak bu tarihin kadınların siyaset yapma hakkına erişimi olarak da altının çizilmesi gerek

Biz Kadınlar

5 Aralık 1934’ün yıldönümü, hatırlatması, yazıya esin oluyor. Öyleyse yazalım… 

Hiçbir şey bugün başlamadı. Bu kadar yoksun ve yoksul değildik… Geldiğimiz nokta yaşam hakkımıza sahip çıkma noktası oldu adeta. Sürekli bir savunma hattındayız. Taleplerimizi, hedeflerimizi, beklentilerimizi, gelecek günlere dair planlarımızı yitireyazdık ya, oysa geçmişimiz var. Tarihimiz var. O tarihte pek çok öncü kadının meydan okuması, hayatlarına ve hayatlarımıza sahip çıkması var. 

Kadınların tarihine baktığımızda neyi görüyoruz? Eğitim kurumları yüzümüze kapanmış, onu geçin, kadın insan mıdır, kertesinde tartışılmada hallerimiz. Nazım’ın dediği gibi, sofrada öküzümüzden sonra gelen kadınlar… 

Tarihi egemenler yazıyorsa, ezilen cins olarak kadınların tarihteki yeri elbette ya görmezden gelinecek, unutturulacak ya da en masum biçimiyle zaten eğitim hakkına erişimi olmayan kadının geleneği aktarmada, birikimi devretmede işi sadece uçucu sözlü tarihe tahvil edilecek. Kadınlar olarak geçmişimizle bağ kurmaya ihtiyacımız var. Bugünü savunma hattında pısmış biçimde göğüslemek yerine, hayatımıza sahip çıkma ve değiştirme mücadelemizde kendimize güvenmemiz gerek. Bunu da ancak tarihin, tarihimizin gücüne yaslanarak yapabiliriz. 

Şimdi dönelim 5 Aralık 1934’e… Kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması bir önemli sıçrama. Seksen altı yılı geride bırakmışız. Avrupa’da pek çok ülkeden daha önce verilen bir hak olarak selamlanıyor. Ancak bu tarihin kadınların siyaset yapma hakkına erişimi olarak da altının çizilmesi gerekli. Kadınların siyaset alanında var olabilmesi, kendi yaşantısı kadar ülkesinin ve dünyanın gidişatına dair söz söyleyebilme gücü ve imkâna sahipliği; dahası mevcudu değiştirebilmek için müdahale yapmaya yönelik çalışması çok ama çok önemli. Kadını özne olmaya çağırıyor çünkü. Kadına güveniyor ve güven veriyor şüphesiz.

Ama hatırlayalım. Kadın mücadelesi Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlamadı. Avrupa’da On dokuzuncu yüzyılın başlarını milat olarak alırsak Osmanlı kadın hareketinin başlaması neredeyse bir yüzyıl sonra diyebiliriz. Osmanlı’nın Batılılaşma, yani modernleşme adımlarıyla ortaya çıkan meşrutiyet arayışında cisimleşen bir tarihsel süreçten söz ediyorum. Bütün hak mücadeleleri için öncelikle özgürlük ve eşitlik hareketlerinin yeşermesi gerekmekte. Kadın hareketinin çıkışı da buna paralel oluyor Osmanlı’da. II. Meşrutiyet’in haklar ve özgürlükler alanında getirdiği değişimle, toplumsal ve kültürel iklimin başkalaşması ile kadınlar kendi hak mücadelelerine başlıyorlar. 

Siyasal ve hukuksal alanda düzenlemelere göz atmak önemli: 1842’te kadınlar Tıbbiye’de gebelik eğitimi almaya başlıyorlar örneğin. Ya da çok önemli, 1847’da kölelik kaldırılıyor ancak kadınların köle ve cariye olarak alınıp satılmasının yasaklanması zaman alıyor. Biliyoruz ki Osmanlı’da kölelik ve cariyelik var. Kadınlar odalık, cariye ve köle olarak farklı sıfatlarla alınıp satılabiliyorlar. 

Esir ticaretinin dehşetini dokuz yaşındaki Dilber üzerinden anlatan Sami Paşazade Sezai’nin gerçekçi romanı Sezgüzeşt’te detayları bulabiliriz. İlk romanların pek çoğunda, kadının nasıl demirden boyunduruk altında yaşadığına dair aktarımlar var. Devam edelim 1869’da Kız Öğretmen Okulları açılıyor. Osmanlı’nın Meşrutiyeti ile birlikte atılan pek çok adımdan birkaçı. 

Yineleyelim, kadın hareketi çıkış noktası itibariyle özgürlük ve eşitlik atmosferinde mayalanıyor. Osmanlı’nın son döneminde ne zaman ki süreç özgürleşme ve utangaç da olsa laikleşme eğilimi gösterir, kadınlar örgütlenmeye başlıyor, haklarını talep ediyor ve bolca dergi çıkararak kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Kadının mekânı olarak tariflenen mutfaktan, yalnızca eş ve anne olma sıfatından başlayarak hem toplumsal hem hukuksal pek çok başlıkta seslerini yükseltiyor kadınlar. 

Tebaadan kuldan yurttaşlığa başta utangaç adımlarla, Cumhuriyet’in ilanı ile de kanunlarla ve kurumlarla tescillenen bir büyük sıçrama ile gerçekleşiyor bu süreç. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, bir büyük devrim olarak devlet ve din işlerinin ayrılması, laikliğin anayasaya girmesi, kadın mücadelesinin olmazsa olmazı niteliğindeki gelişmeler. Biliyoruz ki İslam toplumunda kadınların durumlarının değişmesi mümkün değil. Kadınlar giyimlerinden toplumsal ilişkilerine, cinselliklerinden, eğitimlerine, çalışma haklarından gündelik yaşam pratiklerine değin ikincilleştirilmiş, engellenmiş ve bastırılmış durumdalar. 

Bugün ise ataerkil sistemin, nam-ı diğer erkek egemen sistemin kapitalizmle evliliği pek elverişli araçlar sunuyor egemenlere. Kapitalizm şüphesiz ki bütün arkaik sistemleri, tortuları, artıkları alıp kendine eklemlemede son derece ustalık gösteriyor. Bu mutlu evlilikten kadın emeğinin sömürüsü yanında, kadınların işgücüne katılımının düşüklüğü çıkıyor. Türkiye’de neredeyse on iki milyon kadının ev kadını olarak eve mahkûm yaşamaları, üretkenliklerini ev, çocuk-eş-sacayağında tüketmeleri, güzellik-annelik kıskacında boğulmaları, geleneğin ve hurafenin her türden cehaletinde köhneleşmeleri, ikincilleştirilmeye ve istismara razı olmaları çıkıyor. Yoksulluk, eğitimsizlik, can korkusu da tüm bu yaşananlara tuz biber ekiyor. 

Yani sözün özü, bugün, biz kadınların kurtuluş mücadelesi insanlığın kurtuluş mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Ancak bu birlik özellikle kadın ayağı içinde kendi özgül gündemini taşımak, bu gündemi dayatmak durumundadır. Birbirini besleyen, genişleten, derinleştiren bir bütünlük içinde insanlığın kurtuluşu kadının kurtuluşu ile mümkün olacakken bunun tam tersi de geçerlidir. 

Bu mevzu derin. Ama yüz yıl öncesinden bir sese kulak verelim. Balkan Savaşı’nın hemen ertesinde yayımlanmaya başlayan Kadınlar Dünyası Dergisi’nden. Şöyle diyor kızkardeşlerimiz.

 “Son zamanlarda Osmanlı kadınlığı can sahibi olduğunu, var olduğunu gösterdi. Onun her an iniltiler içinde kopup gelen sedasını işitiyoruz: ‘Biz varız, uyanıyoruz, kalkacağız, yol gösteriniz…’ diyor. Bu hareketi koyuyoruz. Artık iman ettik ki, hayatımız iyi bir hayat değildir… Artık kadınlık böyle yaşamayacaktır ve yaşayamaz. Buna katiyen emin olunuz.” (Çakır, 2011: 53) 

Şöyle mi bitirelim. Vardık, varız, var olacağız…

*Çakır, Serpil (2011). Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları.