Sanata sığınıyorum; en güzel dokunuşa. Dostoyevski’den Karamazov Kardeşler cebimde, Jose Saramago’nun Bütün İsimler’i aklımda, Victor Hugo’nun yazımı on yedi yılda tamamlanan muazzam Sefiller’i ise kalbimde. Yarını yakın yapacak olan sanat yüreğimi genişletiyor, su serpiyor dağlanan yerlerime. Güzele, iyiye ve insana olan inancım pekişiyor.

Birkaç yağmur damlası

Gücenmiş ve kırgın bir buğu var başımda. Küçük kızımın dediği gibi, “Kalbim böyle söylüyor. Etim de yüreğim de ağlamaklı. Hafifçe, sessizce, mutlulukla yaşamak varken; bu sızı eşliğinde, bir öfke kamburuyla, ağzımda kekre bir tadla uzayan günlerin içinde yürek çırpıntılarıyla haber okumaya korkuyorum. İstanbul Sözleşmesi’ne öyle ihtiyaç olmamalı ki mesela, hükümsüz kalmalı. Vay demeliler yarın olduğunda, vay vay şu hâle bakın hele, kadınları, çocukları böyle mi korumaya çalışıyorlarmış, tüm bunlara ihtiyaç duyan bir toplum, nasıl bir toplummuş. Öyle demeliler, tarih kitaplarında “İnanılmaz Ama Gerçek” bölümünde  yer almalı yaşadıklarımız, onca kıyım, onca kadın cinayeti ağır geliyor.

Sanata sığınıyorum; en güzel dokunuşa. Dostoyevski’den Karamazov Kardeşler cebimde, Jose Saramago’nun Bütün İsimler’i aklımda, Victor Hugo’nun yazımı on yedi yılda tamamlanan muazzam Sefiller’i ise kalbimde. Yarını yakın yapacak olan sanat yüreğimi genişletiyor, su serpiyor dağlanan yerlerime. Güzele, iyiye ve insana olan inancım pekişiyor. “İnsan başka bir insanı sevmeli.” sevmek ve eylemek bütünlüğünden doğacak belki yeni insan. Dedim ya, sanat panzehiri olabilir bütün gorgolaşmaların ve bizleri gorgolara karşı bir dokunulmazlık zırhıyla kuşatabilir; mağrur, gururlu ve alabildiğine alçakgönüllü bir bilgelikle tüm insanlığı kucaklamaya hazır eder bizi belki. 

Şöyle yazmışım Pamuk Kadınlar’da, burada da yeri var, devam ediyorum: Sanat yapıtı, gelişigüzel saplantılara değil, özel olarak seçilmiş, mantıksal bir biçime sokulmuş olaylara dayanır. Bundan ötürü sanat yapıtını kavramak, görünüşten derinliğe, ön plandan arka plana derinleşmek anlamına gelir. Sanatın dili duyulara hitap ederek duygusal tepki yaratmaya yönelik bir dildir. Örneğin yukarıda sözünü ettiğim kitaplar, bizlerin duygusal yoğunluğa ve hazza ulaşmamıza; bunun sonucunda da yaşantısal gerçekliği farklı boyutlarda görerek, temel ahlaki normları, üretim ilişkilerini ve bunları çepeçevre örten perdeyi aralamamızı sağlar. İdeoloji, gerçek dünyayı bozulmuş, sınırları belirsiz ve çarpıtılmış bir biçimde algılamamıza neden olur. Diyelim edebiyat, bu çarpık algılamanın yaşantısal izlenimlerini aktarmak, bunu yarattığı kurmaca dünya içinde, yeniden karıp dağıtarak, farklı olay ve olgular üzerinden aktararak yapar. Yaşamlarımız bilinçlerimizi belirlediğine göre ve ideoloji toplumsal düşünceyi koşullandırıyorsa elbette ki sanat, baskın siyasi atmosferin hegemonyasından bağımsız değildir. Edebiyat metni de anlatıcı-yazarı şekillendirerek gerek bilinçli gerek bilinçsiz bir biçimde var olan iktidar biçimlerini yeniden üretmesine neden olabilir. Ama, bu tek bir akış değildir; tersinden bir anafor da söz konusudur. Gorgolar ve gorgolaşmalarla derdi olan sanatın tersinden itkisidir bu. Güzel haber şu, dünyada  ve elbette Türkiye’de toplumcu sanat muzafferdir. 

Örneğin 1862’de basılan Sefiller, toplumsal adaletsizliğin başyapıtlarından biridir. Devrimler Çağı’ndan söz eder. Hatırlatır. Saramago’nun dediği gibi, hatırlatma hayatları sonsuz kılar. Jean Valjean’ın on dokuz yıllık forsalığından itibaren yaşadıkları ve yaşamadıklarıdır alıp götüren bizi. Müfettiş Javert’in Bekçi Murtazalığıdır. Evrenseldir, bir o kadar da Paris’e, Fransa’ya has eşsiz bir başkaldırı ve ağıttır. Bulunduğu çağdan bugüne uzanır, selamlar, gülümser, içlendirir, ilham verir, mücadeleye çağırır. 

Saramago, Bütün İsimler’de Merkez Arşiv’in yazıcılarından Don Jose’yi yalnızlığın katranına batırır batırır çıkarırken evinin tavanıyla konuşturur. “Tavanların bilgeliği sonsuzdur, Bilge bir tavansan, bana bir fikir ver, Bana bakmaya devam et, bazen sonuç verir.” Ben de tavanımla değil şükürler olsun ki dostlarımla Sefiller’in 25.Yıldönümü Konseri’nin bendeki etkisini konuşabildim.  Ardından Tom Hooper’ın yönettiği yine bu operayı bu kez de sinemanın olanaklarıyla yansıttığı filmini izledim. Sevindim, genişledim, ilham aldım ama bir trajikomik haber gördüm hemen. Manidârdı. Neymiş efendim, bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında  başkalarının hikâyesi anlatılmış. Artık kendi hikâyemizi yazmalıymışız, demişler. Oysa Adorno, artık öykü anlatmak mümkün değil, diyor haberiniz ola. Bir de şu var tabii, yine Pamuk Kadınlar’dan: 

Kişilerin hikâyelerinin merkezde olduğu roman türü, Aydınlanma Çağı ile anlamına kavuşmuştur. Kişilerin türlü iç ve dış yaşantıları, türlü trajedileri, gündelik ve tarihsel birtakım olaylara karşı tepkileri, özlem ve pişmanlıkları üzerinde kurulu romanın kendini var edebilmesi için dinsel bağnazlıktan kurtulmuş, kendi yaşamına yön verme heyecanına ve isteğine sahip birey, olmazsa olmaz koşuldur. Destan Dönemi’nde, tanrılar tarafından yazgısı belirlenmiş, olayların önünde iradesi dışında savrulan, “özgür seçimlerinin olabileceği” bilincine sahip olamayan kişilerin yansıtılırken asıl hikâyeler, seçimleri ile kendilerinin ve toplumun kaderini değiştirebilecek birey niteliğine ulaşmış karakterlerden ortaya çıkar.

Evet, Sefiller Konseri’ne ve filmine dönelim. En iyisi bu. Mutlaka her ikisini de izleyin, daha iyi anlatabilmiş olacağım kendimi böylece sevgili okur. Müziksiz etkisi nasıl olur bilemem ama heyecanla şunları yazdım izlerken, geri sarıp sarıp. Paylaşmak isterim bir kısmını. Barikattaki şarkılardan. Bir de “birkaç yağmur damlası”nın anlamı işledi içime, filmi izleyen bulur eksik parçayı. Şimdi o sözler:

“Aşağı bak bir gör, ayağının altındaki dilencileri
Aşağı bak bir dene becerebiliyor musun merhamet etmeyi? 
Yaşıyoruz St Michel’de alçakgönüllülük kırıntılarıyla
Bir zamanlar öldürmüştük kralı
Değiştirmeye çalıştık hızlıca dünyayı
Yeni bir kral var şimdi başımızda
Farkı yok mevta olandan fazla
Özgürlük için savaşıldı bu topraklarda
Oysa bir somun ekmek için savaşıyoruz şu anda!
Eşitlik denen şey nedir bilir misiniz?
Buna ancak öldüğünüzde erişebilirsiniz.
Yerinizi hazırlayın. Şansınızı kaçırmayın,
Çok yaşa Fransa!
Ne zaman sona erecek? Ne zaman yaşayacağız ağız tadıyla
O günler gelecek, gelecek, gelecek
Kırmızı öfkeli insanların kanı, siyah geçmişin karanlığı.
Kim var orada? Fransız Devrimi!
Duyuyor musun söylenen şarkıyı? 
Gecenin vadisinde kaybolanların şarkısını
Işığa doğru yükselen insanların müziği bu,
Yeryüzünün sefilleri için hiç sönmeyen bir alev var.
En kara gece bile biter, güneş yeniden doğar.
Yine özgür yaşayacağız sabahın gerisinde yürüyerek.
Katılacak mısın savaşımıza? 
Kim duracak dimdik yanımda?
Barikatın ötesinde bekliyor mu arzuladığın dünya? 
Duyuyor musun söylenen şarkıyı? 
Bu yarın olduğunda getireceğimiz geleceğin sesi,
Katılacak mısın savaşımıza?
Yarının şarkısı burada söylendi ama yarın gelmedi.
En kara geceden güneş yeniden doğar.”