Önümüzdeki zorlu dönemde faşizmin itibarsızlığından, örneğin herkesin birbirini faşistlikle itham etmesinden yararlanmak gerekiyor. Kanlı diktatörlüklerin ilacının örgütlülük olduğunu bilerek…

Bir zamanlar 'faşistlik' marifetti

Son günlerde herkes birbirine “faşist” demeye başladı. İspanya’nın eli kanlı diktatörü Franco, İtalyan faşisti Mussolini ve de Adolf Hitler olumsuz referanslar olarak güncel polemiklerin merkezine oturdu. Erdoğan bile muhalefeti sık sık faşistlikle suçluyor. Daha geçenlerde “Ağızlarını her açtıklarında demokrasiden, haktan, hukuktan, adaletten bahsedenlerin AK Parti'ye ve Cumhur İttifakı'na yönelttikleri tehditlere baktığımızda katıksız bir faşizmin izlerini görüyoruz” deyiverdi.

Önceden her konuda “komünist kafası, komünist zihniyeti” diye yaftalamayı tercih ederdi. Ancak komünizmin toplumda eskisi kadar “olumsuz” bir çağrışım yapmadığını farketmiş olmalı ki, karalamak için “faşist”te karar kıldı.

Yılların antikomünizmi işe yaramamış demek ki. Dünyada komünistler olmasaydı bugün alabildiğine meşru hale gelebilecek olan “faşizm”in sağcıların ağzında bir itham sözcüğüne dönüşmesini görmek her şeye rağmen sevindirici.

Bir yandan da davalar açılmaya devam ediyor. İktidar tarafından ölene, yaşayana, “faşist”, “beşinci kol” ve benzeri sıfatlar yakıştırılması anlaşıldığı kadarıyla suç teşkil etmiyor. Tersi ise, bu ülkede siyaset yapıp kalem oynatan, hatta bunları dahi yapmayıp sokakta kendi kendine mırıldanan herkes için mahkumiyet nedeni. 

İsim zikretmeyip ima etmek ya da ortaya konuşmak da çözüm değil. Bazı mahkumiyet kararlarında “her ne kadar sanık açıktan isim vermese de …” ile başlayan bir gerekçelendirmelerle karşılaşılıyor. “Her ne kadar isim verilmese de, biz kimin kastedildiğini anladık” dercesine…

En son, Türkiye siyasetinde çok alışkın olmadığımız bir isim gündeme geldi. CHP’li Özgür Özel Erdoğan’ın muhalefet için yaptığı “beşinci kol” benzetmesini yanıtlarken, bu nitelemeyi Franco’nun kullandığını hatırlatarak Erdoğan’ı Franco özentisi olmakla suçladı. Dava gecikmedi elbette.

Acaba Fahrettin Altun’dan rica etsek, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bir kılavuz yayınlasa ve “devlet büyükleri”ni kimlere benzetmenin uygun olduğunu ahaliye ilan etse!

Örneğin “seni Churchill düşkünü seni” diye çıkışmak suç mudur ya da “sizin içinize Cengiz Han kaçmış” demek? Veya iktidara “asıl beşinci kol sizsiniz” dendiğinde bu hakaret kapsamına girer mi? Girerse mahkemede “ben Kanadalı müzik grubunu kast etmiştim” savunması işe yarar mı? Bu bağlamda son sorum şu: “HDP kapatılsın” demekle “AKP kapatılsın” demek arasında hukuken nasıl bir ayrım var?

Aslında tek başına bu sorular bile liberal koronun desteğinde ülkeyi özgürleştirme iddiasıyla iktidar olan AKP’nin “başarı öyküsü”nü ortaya koymaya yeterli.

Güncel haberlere şöyle bir göz gezdirdiğinizde hemen göze çarpıyor hükümetin siyasetin ve temel hak ve özgürlüklerin alanını her geçen gün daha da daraltmak istemesi. 

Dün sabah üç milletvekili hakkında fezleke haberi vardı, sonra sayı yediye çıktı ve belki daha da artacak. Yine dün belediyelerden sonra derneklere de kayyım atamak için hazırlanan yasa Meclis Komisyonu’ndan geçti. Örneklerin sonu gelmez.

Peki bu ne anlama geliyor?

Bu soruya yanıt vermek yerine madem bu kadar popüler, şu kimsenin sahiplenmediği, herkesin bir ötekini benzemekle suçladığı faşist iktidarların bir özelliğine yakından bakalım.

Zamanında bu örneklerin hepsi çok ciddi kitle desteğine sahipti, dahası kendilerine meşruiyet alanı açan gerekçelere yaslanıyorlardı. Eğer, Sovyet halkı Hitler faşizmini alt edip Berlin’e orak çekiçli kızıl bayrağı çekmeseydi, faşizm bugün bir “hakaret” sözcüğüne dönüşmeyecekti; belki de bir olasılık insanlığın 1933 sonrasında yaşadığı kanlı kabus çok ama çok uzun bir süreye yayılacak, hatta bugüne kadar uzanacaktı.

Mussolini İtalya’daki kaos, dağılma hali ve çürümeden rahatsız olan milyonlarca İtalyanın aklını çelmişti. Dahası Birinci Dünya Savaşı’nın kazananları safında olup sonrasındaki paylaşım sırasında kazık yediğini düşünenlere de “haksızlığı düzelteceğiz” müjdesini vermişti. 

Hitler’in yükselişi ise tam bir kitlesel çılgınlığa dönüştü. Naziler büyük Alman tekellerinin desteğinde Alman ulusuna Birinci Dünya Savaşı’nın rövanşını almayı ve Versailles anlaşmasının dayatmalarını çöpe atmayı vadederek iktidara geldi. İngiliz ve ABD emperyalizmi ise bu meydan okumaya göz yumduğu gibi Alman faşizmini Sovyetler Birliği’ne karşı bir silah olarak kullanma sevdasıyla, zaman zaman el altından desteklemekteydi. 

Özetle, Mussolini ve Hitler, muazzam bir demagojiyle kendilerine meşruiyet alanı yaratarak peşlerinden on milyonlarca kişiyi sürüklemeyi becerdi. Franco da faşizmin Italya ve Almanya’da elde ettiği prestij ve güçten yararlanarak ülkedeki Cumhuriyetçilere karşı zaferini ilan etti.

Evet, meşruiyet alanı diyorum. AKP’liler kendilerini savunurken İsmet İnönü’nün faşist Almanya ve İtalya ile ilişkilerinden söz etti. Tekrar olacak, faşizmin bugün utanç verici bir olgu haline gelmesi ona sosyalizm ve büyük insanlık tarafından diz çökertilmesi sayesindedir. Yoksa savaşın başlangıcına kadar Mussolini ve Hitler uluslararası alanda bayağı kabul görüyordu. Franco ise özellikle İngilizler sayesinde hep “itibarlı” biri olageldi. Bu açıdan İsmet İnönü’nün faşist liderlerle görüşmesi dönemin ruhuna fazlasıyla uygun.

Öte yandan, bazı CHP’lilerin İnönü’yü savunacağız diye tarihsel gerçekleri görmezden gelmesi de bir tuhaf. Ankara Almanya 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırıp, işgale kalkıştığında “tarafsızlığı” bir kenara koyup Almanya’yı “fiilen” destekleyen bir tutum aldı. İnönü’nün kişisel olarak, Almanya’nın Sovyetlerin sonunu getirme olasılığından fazlasıyla heyecanlanıp mutlu olduğunu da biliyoruz. Savaşın en zorlu yılları olan 1941-42’de Türkiye’de Almancılık resmi bir devlet politikası haline gelmişti. Bu utancı “dış politika ustalığı” ile açıklamak anlamsız. 

Ne ilginçtir, Sovyetler Birliği ile aynı döneme doğan, kuruluş sırasında Bolşeviklerle yakın işbirliğine giden 1923 Cumhuriyeti’ne en ağır darbeleri indiren karşı devrimci bir siyasi partinin temsilcileri, ana muhalefet partisini bir dönemin en acımasız karşı devrimcileri ile yakınlık kurmakla itham ediyor!

O zaman sormakta yarar var.

Faşizm nedir?

Faşizm, sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı açık, sınır tanımayan ve bizim burjuva demokrasisi dediğimiz göreli özgürlük alanını ortadan kaldıran diktatörlüğüdür ve açık anti komünizmdir. 

Başkalarına “faşist” demeden önce herkesin kendini bu tanıma göre gözden geçirmesinde yarar var. Yönelime, niyete, gidişata, kendi yaptıklarına bakarak… 

Ha, bir de sınırlarını bilmek gerekiyor. Tarihten verilen örneklerde, özel koşullar denk geldi, kanlı diktatörlükler kendilerine meşruiyet alanı açtılar. Hiç değilse bir süre. Eğer buna özenenler varsa, sıfırlanan bir meşruiyetle nereye kadar gidebileceklerini iyi düşünmeliler.

Faşistlik kolay ve bütün dünyada yaygın bir özellik. Ancak faşist bir diktatörlüğü yerleştirmek için faşist olmak yeterli değil. Sermaye sınıfının gereksinimleri, güçler dengesi, toplumsal dinamikler, uluslararası koşullar, bu ve benzer parametreler hesaba katılmak zorunda. Kapitalizm bütün dünyada özgürlüklere ve emekçi halka saldırıyor; neredeyse bunun istisnası yok. Buna “şimdilik” faşizm denmemesi, böyle bir tehlikenin olmadığı anlamına gelmiyor. Yine de işçi sınıfı ciddi mevziler yitirmiş olsa da sermaye sınıfının da gücünün ve yapabileceklerinin bir sınırı var. En önemlisi, “faşizm” yalnızca bir adlandırma olarak değil, yaygın uygulamalarıyla bugün insanlığın kolay kolay kabullenmeyeceği bir pratik olmaya devam ediyor. Önümüzdeki zorlu dönemde faşizmin itibarsızlığından, örneğin herkesin birbirini faşistlikle itham etmesinden yararlanmak gerekiyor. Kanlı diktatörlüklerin ilacının örgütlülük olduğunu bilerek…