'Uzlaşı, kucaklaşma' heveslileri yine büyük bir hüsrana uğrayacaklardır ama iktidarın kimi taktik adımların ve hamlelerin dışında kimseyle kucaklaşmaya, uzlaşmaya niyeti yoktur.

Bir 'yeni dönem' mümkün mü?

Her ne kadar birbirlerine düşman gibi görünseler de, liberal ve ulusalcı aklı ortaklaştıran bir nokta vardır: “Sınıf körlüğü”.

Her ikisi de meselelere sınıf perspektifinden bakmadıkları için, her ikisi de iktidara baktıklarında asıl görülmesi gereken şeyi, yani iktidar partisinin eninde sonunda sermaye düzeni adına hareket ettiğini, AKP’nin hareket alanını belirleyen şeyin sermaye düzeni ve emperyalizm olduğunu göremezler.

Tam da bu nedenle liberal akıl iktidarın Avrasyacı bir dış politika izlediğini, Avrupa Birliği hedefinden uzaklaştığını, ABD ile müttefikliğini bozduğunu, Türkiye’yi Batı bloğundan çıkartıp Şangay İşbirliği Örgütü’ne sokacağını, gerçek ortaklarının artık Çin, Rusya ve İran olduğunu iddia edip buna muhalefet ederken, ulusalcılar da aynı iddialardan yola çıkarak iktidara anti-emperyalizm adına destek verirler.

Evet, duruma bakarak farklı sonuçlara varırlar ama neticede gördükleri şey aynıdır; ortada bir “eksen kayması” vardır. Oysa az önce söylemiş olduğumuz üzere ancak sınıf körüyseniz ve meselelere sınıfsal bir perspektiften bakmıyorsanız böyle bir tablo görmeniz söz konusu olabilir. 

İktidar partisinin uluslararası sistemin yaşadığı krizi fırsata çevirmeye ve Türkiye’nin emperyalist hiyerarşi içerisindeki yerini değiştirmeye çalıştığı, bunun için de zaman zaman cüretkâr adımlar attığı doğrudur ama ortada liberallerin de ulusalcıların da iddia ettiği gibi bir “eksen kayması”, bir “kopuş” bulunmamaktadır. 

İktidar ne Batı bloğundan kopabilir, ne de anti-emperyalist olabilir; çünkü Türkiye kapitalizmi göbekten uluslararası kapitalizme bağımlı bir ülkedir ve Türkiye kapitalizmi de emperyalist güç ilişkilerine tabidir.

Ne demek istiyoruz tam olarak, biraz daha açalım. Türkiye kapitalizmi ihracatının ve ithalatının ezici bir bölümünü Batı devletleriyle gerçekleştirmektedir. Türkiye kapitalizmi finansman kaynaklarını Batıdan bulmakta, Batıdan borçlanmaktadır. Türkiye finansal sistemi Batı finansal sisteminin bir parçasıdır. Türkiye kapitalizmi döviz bağımlısıdır ve Türkiye’ye yeterince yabancı sermaye girmediğinde ekonomi krize girmektedir.  

Kuşkusuz her devletin dış politikada belli bir “göreli özerklik” alanı vardır, AKP de zaman zaman bu alanı zorlamaya çalışmaktadır ama ekonomik bağımlılık derecesinin bu kadar yüksek olduğu bir durumda siyasi bağımlılık da kaçınılmazdır; dolayısıyla yapılabileceklerin, atılabilecek adımların bir sınırı vardır.

Tam da bu nedenle liberalleri dertlendiren, ulusalcıları ise sevindiren şey bütünüyle bir yanılgıdan ibarettir; ortada ne Batı bloğundan kopuş ne de anti-emperyalizm vardır. İktidar partisi dışarıda şark kurnazlığıyla bezenmiş ve Abdülhamid’e özenen sözde bir “denge politikası” izlemekte, sınırları zorladığı her seferinde de gidip gerçekliğin duvarına çarpmaktadır.

İşte Damat Bakanın istifasıyla başlayan “yeni dönem” de tam olarak bu duvara bir kez daha çarpmış olmakla ilgilidir. Merkez Bankası başkanlığına ve Hazine Bakanlığı’na yapılan atamalar, ekonomide ve hukukta reform açıklamaları, sermayeye güvence vermeye yönelik sözler, faiz artışı, “acı reçete” ve nihayetinde ABD ve AB ile arayı yeniden düzeltme çabaları, “geleceğimizi Avrupa’da görüyoruz” açıklamaları tamamen bununla ilgilidir. 

Merkez Bankası’nın rezervleri tükenmişken, ihracat ve turizm gelirleri dibe vurmuşken ve ülkeye yeterince döviz girmiyorken, ekonomide denizin bittiği görülmüş, finansal bir krizin elinin kulağında olduğu anlaşılmış ve hem yerli hem de yabancı sermayeye “fabrika ayarlarına dönüş” vaatleri verilmiştir. ABD’de Biden’ın başkan seçilmesi ve Merkel ile Macron’un yeni-Osmanlıcı dış politikaya bir balans ayarı yapmakta uzlaşmaları da süreci hızlandırmıştır. 

İktidar içeride sermayeye olduğu gibi dışarıda da emperyalizme kimi yeni güvenceler vererek Batıyla belli bir denge noktasında yeniden uzlaşabileceğini ve böylece ekonomiyi krizden çıkarabileceğini düşünmekte, bunun hesabını yapmaktadır. 

Türkiye’de revaçta olan söylem, sermayenin demokrasi istediğini, otoriter rejimlerden kaçtığını, dolayısıyla da ekonomik krizden çıkılabilmesi için öncelikli olarak yapılması gereken şeyin demokratikleşme adımları atılması olduğunu vazetmektedir. 

Oysa sermaye geçmişte ve bugün sayısız örnekte görüldüğü üzere otoriter rejimlerle, faşistlerle, askeri diktalarla gayet uyumlu bir şekilde çalışabilmektedir. Sermaye demokrasi değil, parasının, malının, mülkünün garanti altında olmasını ister, bu garanti verildikten sonra da gerisi onu pek ilgilendirmez, demokrasiye dair talepleri de atılacak adımlar da makyajdan öteye gitmez. 

Aynı şekilde emperyalizm için de önemli olan diktatörlükle mi demokrasiyle mi yönetildiğiniz değil, emperyalist hiyerarşi içerisinde öngörülebilir olup olmadığınız, size çizilen oyun alanının dışına çıkmayı zorlamamanızdır. 

İşte tam da bu nedenle, iktidarın yeni bir demokratikleşme süreci başlatacağı, açılım politikalarına döneceği, AB’nin istediği reformları hayata geçireceği, MHP’yi sırtından atacağı vb. iddialara ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir. 

“Restorasyon cephesi” her ne kadar bu açıklamalardan heyecanlanmış ve iktidarla kucaklaşmaya, uzlaşmaya, barışmaya heveslenmişse de, iktidar açısından bunun nesnel zemini pek görünmemektedir. 

İktidar önümüzdeki dönemde söyleminde bir değişikliğe gidebilir, buna uygun bazı adımlar da atabilir; evet doğru ama bunlar sermayeye ve emperyalizme birtakım güvenceler vermekten öteye gidemez.

IMF’ye gidilmesi ve anlaşılması, MHP’yle ittifakı bozup içinde CHP ve/veya İYİP’in olduğu bir tür “Türkiye ittifakı”nın kurulması, parlamenter sisteme dönüş ve dış politikada 180 dereceye varan tutum değişiklikleri gibi adımların atılması ihtimali sıfıra yakındır. 

Çünkü tüm bunları yapmak, Erdoğan’ın kendisini Erdoğan ve AKP’yi AKP yapan şeyden, yani yeni bir rejim inşa etme hedefinden vazgeçmesi anlamına gelmektedir. İktidar, başta % 51 oy almak üzere, kendisini bizzat kendi elleriyle büyük bir açmazın içerisine sokmuş ve rasyonel adımlar atabilme aşamalarını çoktan geçmiştir. 

Rejim mevcut görünümüyle kaldıkça giderek daha fazla aşınacaktır, giderek daha büyük krizlerle karşılaşacaktır doğrudur ama öte yandan rejimin mimarisini değiştirmeye kalkışmak, radikal birtakım dönüşler gerçekleştirmek de çok daha büyük bir aşınmayı ve çöküşü beraberinde getirecektir.

İktidar açısından en büyük olasılık, Cumhur ittifakıyla yola devam edilmesi, günü kurtaracağı düşünülen ve “reform” olarak adlandırılacak kimi adımlar atılması, ucuz emek sömürüsünün derinleştirilerek sermayeyi memnun edecek işlere girişilmesi, ABD’den Ortadoğu’da yeniden taşeronluk talebinde bulunulması, muhalefet üzerindeki baskının yoğunlaştırılması ve ekonomide kısmi bir iyileşme olduğu düşünüldüğünde de serbest seçimlerden başka her şeye benzeyecek bir seçime gidilerek bir beş yıl daha kazanılmasıdır. 

“Salgın yönetimi” adı altında, ücretsiz izin uygulamalarından mekânların kapatılmasına, hiçbir eyleme izin verilmemesinden sokağa çıkma yasaklarına uzanan bir genişlikte, emek karşıtı neoliberal politikaların, güvenlikçi politikaların ve kamusal alanın dinselleştirilmesine yönelik politikaların derinleştiriliyor oluşu, salgın yönetiminin bir toplumsal mühendislik projesine, bir yönetme teknolojisine dönüştürülmesi gidişata dair ciddi ipuçları vermektedir.

“Uzlaşı, kucaklaşma, milli birlik beraberlik” heveslileri yine büyük bir hüsrana uğrayacaklardır ama iktidarın kimi taktik adımların ve hamlelerin dışında kimseyle kucaklaşmaya, uzlaşmaya niyeti yoktur. Dolayısıyla hem daha büyük ekonomik ve siyasi krizlere, devlet ve iktidar içi çatışmalara hem de topluma daha çok sopa gösterilmesine ve düşmanlık politikalarının yoğunlaştırılmasına tanıklık etmemiz kaçınılmazdır. 

Esas mesele tüm bunlara gerçek bir yanıtın nasıl verileceği, gidişata gerçek bir müdahalenin nasıl yapılacağıdır. İdare-i maslahatçılıkla, orta yolculukla, “aman ağzımızın tadı kaçmasın” siyasetiyle varılabilecek bir yerin olmadığı ise açıktır.