AKP iktidarı, kendi ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırabilmek adına, ülkenin entelektüel/bilimsel kapasitesini imha sürecini sonuna kadar götürmeye kararlı gözükmektedir.

Bir toplumu nasıl çökertirsiniz?

Kısa yanıt: Onun entellektüel/bilimsel kapasitesini yok ederek.

Çin'in ünlü bilim kurgu yazarı Cixin Liu'nun "Üç Cisim Problemi" başlıklı üç kitaplık dizisi bu konuda ilginç yaklaşımlarla örülü. Bence en ilginci başlangıç hikayesi: Dünyaya görece yakın bir gelişmiş uygarlık, üçlü güneş sistemi nedeniyle istikrarsız olan gezegenlerine bir alternatif ararken Dünya'nın farkına varırlar. Dünyayı fethetmek üzere bir savaş filosunu yola çıkarırlar. Fakat "Üç Cisim Sistemi" ile dünya arasını ancak 400 dünya yılında katedebileceklerdir. Dünyalılar bu tehlikenin farkına varmışlar ve kendi teknolojilerini geliştirmek için olağanüstü bir çaba içine girmişlerdir. Üç Cisimliler tam da bu nedenle, yani 400 yıllık sürede dünyada bir teknoloji patlamasından ürktükleri için, dünyaya ışık hızında yol alabilen öncü sofonlar (bir nevi atom-altı parçacıklar) göndererek dünyada temel bilimlerdeki gelişmeye set çekmişlerdir... 

Cixin'in ilham aldığı kuşkusuz dünya-dışı varlıklar değildi; antik dönemden itibaren dünya tarihiydi. Ama kapitalizm-öncesi toplumlarda genellikle fethedilen ülkelerin entellektüel birikimi kısmen de olsa korunur ve fethedenin himayesi altına alınırken -hatta fethedenin göçebe fethedilenin yerleşik olduğu koşullarda uzun erimde fethedilenin kültürü egemen olurken- kapitalist sistemin kurduğu sömürgeci ve emperyalist bağımlılık ilişkileri farklı işleyişlere sahip olmuştur. Farklı işleyişin temel nedenlerinden birincisi, kapitalist sistemde kapitalizm-öncesi tarım toplumlardan çok daha derin teknolojik/bilimsel düzey farklılıklarıdır; ikinci nedeni, kapitalist-emperyalist sömürü ilişkilerinin çok daha sistematik, kapsayıcı ve derinliğine çalışma biçimidir. 

Kapitalist sistemin bir dünya sistemine dönüşme vasıtası olan emperyalizmin, bağımlılaştırıcı/teslimiyet üretici veya yıkıcı/yokedici özelliklerini tarihi süreç içinde özetlemek bu yazının konusu değildir. Fakat yakın dönemin bazı emperyalist işgallerinin nasıl yürütüldüğünden örnekler vermeden de derdimizi anlatamayız. Lejyoner türü paralı askeri birliklerin Afrika'daki marifetlerinden veya ABD'nin Vietnam müdahalesinden söz etmeyeceğiz. ABD işgalcilerinin birinci "Körfez Savaşı"ndan başlayarak Irak'ta uyguladığı sistematik entellektüel kıyım ve kültürel yıkıma değineceğiz. ABD askerlerinin Bağdat müzelerini talan etmesinin yanında IŞİD'in daha sonra Suriye'de Palmire antik kenti kalıntılarına uygulayacağı vandalizm hiç kalırdı. Ama dünya halkları ikincisini adeta canlı yayında izlerken, birincisini duymaması için her şey yapılmıştı. 

Daha önemlisi, Iraklı üniversite öğretim üyelerinden başlayarak tüm bilim-sanat çevrelerini kapsayan yaygın ve sistematik bir aydın soykırımının (insanlar evleri basılarak tek tek avlanmışlardı) yapılması ve Irak'ın sadece bugününün değil geleceğinin de kötürümleştirilmek istenmesi, emperyalizmin acımasız yüzünün küçük bir yansımasıdır yalnızca. (Bugün İranlı nükleer fizikçilerin İsrail tarafından tek tek avlanması da başka bir amaca hizmet etmiyor. Bunun Türkiye için de geçerli olmadığı/olmayacağı söylenemez).

Irak'taki bu aydın soykırımında, Pentagon ile yakın işbirliği içinde çalışan özel güvenlik güçleri daha ağırlıklı olarak kullanılmıştı. Blackwater denilen bu güvenlik şirketi Pentagon tarafından öylesine pis işlere bulaştırılmıştı ki, 2009'da adını Xe Services ve 2011-14'de de Academi olarak değiştirmek zorunda kalmıştı. Şimdilerde de Constellis Holdings adıyla faaliyet göstermekte. ABD'nin Suriye'den askerlerini tedricen çekerken yerine gene bir özel güvenlik şirketinin askerlerini bıraktığı da biliniyor. Bu defa Castle İnternational şirketinin Special Projects Group (kısaca CISPG) adını alan bu paralı askerler, meşru Suriye Arap Cumhuriyeti'ne karşı örgütlenmiş muhalif güçlerle işbirliği içinde hareket ediyor ve ABD-İsrail'in emperyalist çıkarları doğrultusunda Suriye'nin kalıcı olarak bölünmesi için çaba gösteriyorlar.

Batı kapitalizminin barışçıl yöntemleri veya yumuşak gücü, aslında çevre ülkelerinin entellektüel kapasitesinin merkez ülkeler tarafından soğrulması bakımından çok daha etkili kuşkusuz. Bunun adı, beyin göçünü dolaysız/dolaylı yöntemlerle teşvik etmek oluyor. Gerçi, çevre ülkelerinin de kendi yetiştirdikleri, eğitimlerine büyük kaynaklar ayırdıkları çocuklarını elde tutabilmek için fazla bir gayret gösterdikleri söylenemez. Ama bu da zaten hem azgelişmişliğin hem de lafta "milli" özde ufuksuz ve teslimiyetçi zihinlerin bir sonucu değil mi? 

Kendi kendini imha etmek

Gelişmiş ülkeler ile çevre ülkeleri arasındaki bilim ve teknoloji makasının iyice açılması ve böylece çevre ülkelerinin bağımlılığının pekişmesi aslında kapitalizm öncesinden başlamış bir süreçtir. Batı'nın yaşadığı rönesansı ve aydınlanmayı ıskalamış olan toplumların Ortaçağ'a takılıp kalmalarından daha doğal ne olabilirdi? Aslında Osmanlı'nın asıl ıskaladığı şey belki de Arap/Abbâsi aydınlanmasıdır. O kanala girebilmiş olsaydı, yani dinin bağnazlığını bilimin sorgulayıcılığına tercih etmemiş olsaydı, zaten Avrupa aydınlanmasının dışında kalamazdı. 

Burada "olsaydı" denilen şey kuşkusuz bir tarihi spekülasyondur; kültürel birikimin ekonomik temelle ilişkisinin ihmal edilmesidir. Gecikmiş bir feodal toplumsal formasyon olan Osmanlı'nın bir aydınlanma devrimi yaşayabilmesinin ekonomik ve sosyal temeline sahip olabileceğinin varsayılmasıdır. Bu nedenle buradan ilerlemek çok doğru olmayabilir. Ama, 16. yüzyılda rasathaneyi bombalamak, matbaayı 250 yıl geciktirmek gibi simgesel geriliklere bakınca, bırakalım Batı'yı Ortaçağ sonlarındaki Orta Asya aydınlanmasının bile gerisine düşüldüğü görülmektedir. İşte bu bir kendi kendini imha programı gibi çalışmış, Batı'nın ekonomik sömürüsüne tamamen açık bir alan yaratmış ve Osmanlı'dan Cumhuriyet'e bir sanayi devriminin nüvesi bile miras kalamamıştır.

Bu aynı zamanda Cumhuriyet devriminin önemini daha da büyüten bir tarihsel gerilik mirasıdır. Ortaçağa demir atmış bir zihnî ve ekonomik gerilikten çıkış, bu sürecin çok kısa sürede tersine döndürülmesini gerektirmiştir. Bunun izleri, 1946 ve özellikle de 2002  sonrasının tüm tahribatlarına rağmen bugün bile az-çok sürüyorsa, 20. yüzyılın ilk yarısında bu toplumun tarihsel evrimine ne denli önemli bir müdahalenin yapılabilmiş olduğunu gösterir. Bu anlamda Cumhuriyetin kuruluş dönemi, Osmanlı-Türkiye tarihi bütünlüğünden bakıldığında, gerçekten de bir parantezdir ama -AKP'nin kastettiğinin tersine- olumlu anlamlar yüklü olarak.

AKP dönemi ise, Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan devrimci sürecin anti-tezi olarak bir karşı-devrim dönemidir. Türkiye'nin bağımlılık ilişkilerinin bu dönemde katmerlenmesi, olayların gelişimine uygundur. Kendini "emperyalizmin stratejik ortağı" olarak gören bir Amerikancı İslam odağını teslim almak, herhalde kemalist bağımsızlıkçı bir ideolojiye sahip bir iktidarı yanına çekmekle karşılaştırılamayacak basitliktedir. Ortam bu kadar müsait olunca, emperyalizmin fazla bir çaba göstermesine dahi gerek kalmayacaktır. Ülkenin entellektüel kapasitesinin eritilmesi, "kendi kendini imha süreci" içinde bizzat yerel iktidar tarafından yürütülecektir. İlk ve orta eğitime yapılan gerici saldırılardan sonra üniversitelerin yönetsel özerklik ve bilimsel özgürlük alanlarına yapılan müdahalelerin başka bir anlamı yoktur. Boğaziçi Üniversitesi olayı da bunun uzantısından başka bir şey değildir. Üniversitelere olduğu kadar ülkenin genel düşünsel ortamına yapılan bu yoğun müdahalelerin, dışarıya beyin göçünü daha fazla kışkırtmaktan başka sonucu da olmayacaktır.

Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin üniversite ve bilimsel araştırmayla ilgili birçok dernek ve vakfın bir araya gelmesini sağlayarak tam dört yıl önce 7 Ocak 2017'de gerçekleştirdiği "Bilimsel Özgürlük ve Üniversite Özerkliği" toplantısının sonuç bildirgesinde "üniversiteler bilimsel yetkinlik yerine vasatlığın, özerklik yerine siyasi referansların prim yaptığı bir ortama sürüklenmektedir" tespiti yapılmaktaydı. Bu bildirgenin mürekkebi kurumadan, Şubat 2017'de yüzlerce nitelikli akademisyen, sırf  imzaladıkları barış bildirisi nedeniyle üniversitelerinden koparıldılar, yargılandılar, hiçbir kamu kurumunda çalışamaz, bazı serbest meslekleri yapamaz duruma sokuldular. "Barış İçin Akademisyenler" olarak anılan imzacıların yurtdışına çıkışları dahi yasaklanarak bir "sivil ölüm"e reva görüldüler. 12 Eylül askeri darbe dönemini aratır bu hukuksuz baskılar sonucunda, gene de birçok akademisyen yurtdışına çıkışın yolunu bularak istemeden beyin göçünün girdabına kapılmış oldular. 

AKP iktidarı, kendi ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırabilmek adına, ülkenin entelektüel/bilimsel kapasitesini imha sürecini sonuna kadar götürmeye kararlı gözükmektedir. Theodor Adorno'nun buna ilişkin iki özdeyişini hatırlatarak bitirelim: "Tahakkümün bir temel özelliği, kendisiyle özdeşleşmeyen herkesi sırf farklı olduğu için düşman kamptan saymasıdır". Ama, "Bilim itaatsız olana ihtiyaç duyar."