Fatih Yaşlı Ayasofya tartışmalarını yazdı.

Bir rövanş ve teyakkuz hikâyesi: Ayasofya

1965, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği hak ve özgürlüklerin siyasal alanı genişletmesiyle birlikte sol fikirlerin toplumun geniş kesimleriyle buluşmasının inkâr edilemez bir gerçekliğe dönüştüğü yıldı. 

Solun yükselişine mukabil olarak “komünizm tehdidi” düzen nezdinde ete kemiğe bürünmeye başlayacak, antikomünizm siyasetin merkezine bu sefer gerçek bir tehdit algısıyla yerleşecek ve gerici güçlerin sola karşı bir teyakkuz halinde sokağa çıkış süreci başlayacaktı.

18 Mart 1965 günü, Türkiye’nin en eski gençlik örgütlenmelerinden biri olan ve devletin ideolojisindeki dönüşümlere bağlı olarak kendisi de dönüşümler yaşayan Milli Türk Talebe Birliği’nde (MTTB) yapılan seçimleri başını Rasim Cinisli’nin çektiği sağcı öğrenciler kazandı ve o tarihten itibaren MTTB antikomünizmin önemli gençlik örgütlenmelerinden biri haline geldi. 

Cinisli, anılarında MTTB’nin ele geçirilişinin önemini şöyle anlatıyordu: 

“1965 Mart ayına kadar bütün öğrenci teşkilatları solun elindeyken, ilk defa Milli Türk Talebe Birliği’nin bizim tarafımızdan kazanılmış olması farklı bir sinerji oluşturmuştu. Üniversite gençliği için bir ilk, toplum için umut olmuştu. Bu yüzden büyük yankı yaptı. MTBB bizi sevenler ve sevmeyenler tarafından ilgiyle izlendi, popülaritesi arttı.”   

MTTB’nin yeni yönetiminin ilk işi, gövde gösterisine dönüştürmeyi ve “buradayız” demeyi hedefledikleri bir “Fetih Kutlaması” organize etmek oldu. 29 Mayıs 1965’te Türkiye’nin her tarafından gelen öğrencilerin katılımıyla İstanbul’da büyük bir kutlama gerçekleştirildi, kalabalık bir miting düzenlendi ve kurulan kürsüde dönemin ünlü sağcı isimleri konuşmalar yaptı.

Kutlamalara damgasını vuran taleplerin başında Ayasofya’nın ibadete açılması geliyordu. 1934’de müze haline getirilen Ayasofya, Demokrat Parti’nin işbaşına geldiği 1950’lerin başından beri Türk sağının fetiş nesnelerinden birine, bir sembol haline dönüşmüş, tıpkı ezanın yeniden Arapça okunması ya da okullara yeniden din derslerinin konması gibi, Cumhuriyet’le rövanş adına atılacak adımlardan biri olarak görülmeye başlanmıştı.

Dinselleşme, Osmanlıcılık, Türk sağı 

Peki neden, neden Ayasofya Türk sağı açısından bu kadar önemliydi? 

Türk sağı için Ayasofya’nın 1934’de müzeye dönüştürülmesinin iki boyutlu bir önemi vardı. İlk boyutta Cumhuriyet’in laikleşme politikaları ve ikinci boyutta ise Osmanlı’nın siyasi ve kültürel mirasının Cumhuriyet tarafından reddedilmesi bulunuyordu. 

Laikleşme politikalarına bağlı olarak, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi sürecinde Kadir gecesinin o sene denk geldiği tarih olan 3 Şubat 1932’de Ayasofya Camii’nde bizzat Mustafa Kemal’in direktifiyle Türkçe ibadet yapılmış; ezan, Kuran ve hutbe Türkçe okunmuş, Kamet de Türkçe getirilmişti. İşin ilginç yanı, Ayasofya’daki bu ilk Türkçe ibadet töreninin yine Mustafa Kemal’in isteğiyle hem radyodan hem de şehirlerin meydanlarına kurulan hoparlörlerden yurttaşlara naklen ulaştırılmış olmasıydı. Bu, yaşanan siyasal ve toplumsal dönüşüm sürecinin bir parçasıydı ve zaten çok geçmeden de Ayasofya müze haline getirilecekti. 

Osmanlı mirasının reddi meselesine gelince; Cumhuriyet, Osmanlı’nın en sembolik ibadethanelerinden birini, yüzyıllardır cami olarak kullanılan bir yapıyı, mimari bir düzenleme ve tadilat sürecinin sonunda ve yapıdaki Bizans damgasını yeniden ortaya çıkartacak bir şekilde müzeye dönüştürüyor, Osmanlı’dan “kopuş” arzusunu bu sembolik adımla taçlandırmış oluyordu.  

İşte bu iki mesele; yani laikleşme ve Osmanlı’dan kopuş, 1950 sonrası Türk sağının en önemli politika başlıklarından ikisini teşkil edecek, dinselleşme ve Osmanlıcılık Cumhuriyet’le rövanşın en önemli zeminlerini oluşturacak, Ayasofya da bu zeminin üzerine inşa edileceği en önemli sembollerden biri haline gelecekti.

Ancak 1965 Türkiye’sinde Türk sağının ruh halini belirleyen şey sadece “rövanş” değil, aynı zamanda “teyakkuz”du, hatta teyakkuz rövanştan da önemliydi ve rövanş ancak “teyakkuz”un bir parçası olduğunda önem taşımaktaydı.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Türk sağının yükselen sola karşı teyakkuza geçmesiyle Cumhuriyet’ten rövanş almaya çalışması aynı tarihsel döneme denk geldi ve birbirine paralel olarak ilerledi; çünkü Türk sağı, solun yükselişini İslam medeniyetinden kopuşun ve Batılılaşma politikalarının bir sonucu olarak görüyor ve aynı zamanda sol düşmanlığının Cumhuriyet düşmanlığı yapmak için bir manivela olduğunu düşünüyordu. 

Buna göre, eğer Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e uzanan bir çizgide ülkeyi “milletin değerlerine yabancılaşmış olan” bir zihniyet yönetmese ve milleti o “değerler”den koparmamış olsaydı, sol bu coğrafyada kendisine bir yaşam alanı bulamayacaktı. 

Tam da bu nedenle, sola karşı mücadele ile Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine ve Cumhuriyet’e karşı mücadele iç içe geçmeli, kitlesel mobilizasyon bu ikisi üzerinden gerçekleştirilmeli, devlet içerisindeki gerici odaklarla işbirliği sol düşmanlığı üzerinden kurulmalı, velhasıl rövanş ve teyakkuz, aynı stratejinin birbiriyle bağlantılı iki unsuru olarak hayata geçirilmeliydi.

Necip Fazıl’ın Ayasofya’sı 

Türkiye İslamcılığının üstadı Necip Fazıl 1965’te MTTB’li gençlere yönelik hitabesinde Ayasofya’nın Türk sağı açısından taşıdığı önemi kendine has üslubu ile uzun uzun anlatmıştı. Necip Fazıl, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini “şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler” ve “işte sana layık özgürlük ve uygarlık budur dediler” diye tasvir ettikten sonra “Ayasofya nedir” diye soruyor ve bu soruyu şöyle yanıtlıyordu: 

“Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...”

Necip Fazıl’ın “129 yıllık cereyan” dediği şey Osmanlı- Türkiye modernleşme süreciydi ve bu süreç beraberinde “ahlakımızı” bir “kerhane”ye, “milli kültürümüzü” bir “çöplüğe” ve “milli iktisadımızı” bir “kumarhane”ye çevirmişti. Ayasofya’nın müze yapılması da, onun “Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya” dizelerine uygun bir şekilde, “milletin değerlerine yabancı olanlar”ın “millet”i kendi ülkesinde “parya” haline getirmesinden başka bir şey değildi!

Necip Fazıl, konuşmasının devamında Ayasofya’nın müze haline getirilmesinin Türk sağı açısından ne anlama geldiğini, Türk sağının “düşman” konseptine uygun bir şekilde şöyle anlatıyordu: 

“129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.”

Necip Fazıl’a göre müze haline getirilen Ayasofya, artık basitçe “bir taş yığını”dır ve “Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, ‘buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!’ diyen bir hava” yaşatmaktadır. 

“Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar” diyen Necip Fazıl için Ayasofya’nın müze yapılması “Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü”dür ve bu ihanetin sorumluları da, adlarını doğrudan anmasa da, Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. 

Necip Fazıl hitabesinde Atatürk ve Cumhuriyet’i kuran kadrodan “Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve klik zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır” ve “Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir” diye söz eder.  

Türkiye’deki mitolojik Osmanlı tarihi yazımına “Ulu Hakan” adlı kitabıyla en büyük katkılardan birini yapan ve İslamcı cenahtaki Abdülhamid mitosunun yaratıcısı olan Necip Fazıl, konuşmasının devamında Abdülhamid’e de değinir ve onu yine isim vermeden Mustafa Kemal’le karşılaştırarak şöyle der: 

“Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi.”

Necip Fazıl’a göre Ayasofya’yı kapalı tutmak  “Yunanlıya ‘ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!’ demekten farksızdı. Ayasofya’yı kapalı tutmak,  “Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara ‘artık benim hayat hakkım kalmadı!’ demek anlamına gelmekteydi. Ayasofya'yı kapalı tutmak, “bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine” hedef olmaktı. Ve Ayasofya’yı kapalı tutmak, “Allah'a sövmeye, Kuran’a tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suç”tu.

Necip Fazıl konuşmasını Ayasofya’nın bir gün mutlaka ibadete açılacağını belirterek, bu açılışın aynı zamanda bir hesaplaşma günü anlamına geleceğini söyleyerek ve “biraz daha rahmet yağsın, sel yakındır” sözleriyle gençliği biraz saha sabretmeye çağırarak bitiriyordu.  

Yeni MTTB, Fetih kutlamalarının ardından Komünizmi Telin Mitingleri’ne girişecek, ardından “Şahlanış Mitingleri” gelecek ve 1969 yılında da 6. Filo’yu protesto eden öğrencilere yönelik “Kanlı Pazar”ın Komünizmle Mücadele Dernekleri’yle birlikte başını çeken gruplardan biri olacaktı. 

Necip Fazıl ise 70’lerin başından itibaren giderek Milli Görüş çizgisine kayan ve sokaktan uzaklaşan MTTB’de aradığı antikomünist teyakkuz haline uygun bir gençliği bulamayacağını anlayınca hızla MHP’ye yanaşacak, rövanş arayışını yazdığı kitaplarda, teyakkuzu ise günlük gazete yazılarında ve konuşmalarında devam ettirecekti.  

Kültürel hegemonya? 

Yeni bir siyasal rejim inşa eden ve hem siyasal alanı hem de toplumsal yaşamı dinselleştirme hedefiyle hareket eden iktidar partisi açısından, şüphesiz dinselleşme üzerine kurulu bir “kültürel hegemonya”yı tesis edebilmek de önemli bir başlık olma niteliği taşıyor. Ancak burada sağlanan ilerlemenin devlet aygıtının ele geçirilmesi ya da siyasal hegemonyanın tesisi başlıklarındaki kadar başarılı olmadığını çok net bir şekilde görebiliyoruz.

Bunu Korona vesilesiyle düzenlenen Cumhurbaşkanlığı konserlerinde bir kez daha fark etmiş olduk. Öyle ki sahneye çıkan isimlerin hiçbirinin Türk sağıyla ya da İslamcılığıyla doktriner-geleneksel bir bağı yoktu, hepsi para için sahnedeydi ve ortalama lümpen kültürün birer temsilcisi olmaktan öteye giden bir vasıfları bulunmamaktaydı.

Evet, lümpenliği ya da arabeski teşvik etmenin de egemen sınıflar açısından bir “kültür politikası” olma niteliği taşıdığı doğrudur ama ortada bunu aşan bir mesele bulunuyor:  On sekiz yıllık iktidarın ve en az yetmiş yıllık bir mücadelenin sonucunda, Türkiye İslamcılığı, birkaç parlatılmış yazar ve şairin dışında, Türkiye solunun ve ilericiliğinin tarihsel figürlerinin, şairlerinin, romancılarının, müzisyenlerinin, sinemacılarının karşısına koyabilecek neredeyse hiçbir figür yaratamamış durumda, bu ise bu konserler vesilesiyle bir kez daha görülebiliyor ve kazanılan siyasi başarının yanında büyük bir yenilgiye tekabül ediyor. 

Türkiye İslamcılığı benzer bir başarısızlığı iktidar olduğu halde siyasal hegemonya alanında da yaşayabilirdi elbette ama olmadı; çünkü Türkiye toplumunun özü itibariyle dindar ve sağcı olduğu varsayımı üzerine kurulu olan muhalefet anlayışı, sağcı ve İslamcı hegemonyanın önünü açtı, işini kolaylaştırdı. 

“Milletin değerleriyle kavga etmemek” adı altında sağın söylemi, üslubu, sembolleri, kutsalları, sorgulanmaksızın kabul edildi, bunların karşısına herhangi bir karşı söylemle, üslupla, sembolle çıkılmadı, bu kutsallarla kavga edilmedi ve gelinen nokta burası oldu.

Şimdilerde, on sekiz yılın sonunda sahneye çıkaracak bir şarkıcısı dahi olmayan Türkiye İslamcılığı, elinde kalan son atımlık barut da olsa, Cumhuriyet’le rövanşın son adımlarından biri olarak Ayasofya’yı açmayı planlıyor ve Cumhuriyet’i kuran parti de dâhil olmak üzere düzen muhalefetinden çıkabilen tek ses “açıyorsanız açın, elinizi tutan mı var” oluyor. 

Düzen siyaseti içerisindeki hiç kimsenin bir “kopuş” olarak Cumhuriyet’i, “radikal bir aydınlanmacı” olarak Mustafa Kemal’i ve güncel bir siyasal pozisyon olarak laikliği savunmak gibi bir derdi bulunmuyor, hiç kimse İslamcılığın argümanlarıyla doğrudan hesaplaşmayı göze alamıyor. 

Öte yandan tüm bunlara rağmen şu yalın ama çarpıcı gerçeği artık tartışılmayacak bir kesinlikle görmek gerekiyor: Bugün Türkiye’de sınıf siyasetinden ve düzen karşıtlığından ayrı bir laiklik ve aydınlanma savunusunun da, laiklik ve aydınlanmadan bağımsız bir sınıf siyasetinin ve düzen karşıtlığının da en ufak bir şansı bulunmuyor. Bunların hepsini birden savunmak ve hepsi için birden mücadele etmek ise hem “Türkiye’nin geleceğinde biz de varız” hem de “biz varsak Türkiye de var” demek anlamına geliyor.