OECD, 2018 ve sonrasında Türkiye’de izlenen 'çapaçul', çelişkili ekonomik uygulamaları eleştiriyor; AKP iktidarına, 'fabrika ayarlarına, yani 2002’de devraldığın neoliberal politikalara dön…' diyor.

Bir OECD raporunda gezinti

OECD Ocak 2021’de Türkiye ekonomisi hakkında bir rapor yayımladı (OECD Economic Surveys: Turkey Overview). Son yılların ve korona salgını sonrasının ekonomik çalkantılarını, politikalarını ele alan kapsamlı, önemli bir rapor…

Dünya Bankası ve IMF’nin Türkiye raporlarından olumlu bir özelliğiyle farklılaşıyor: Çok sayıda Türkçe araştırmaya, kaynağa referans veriliyor. TTB’nin korona salgınına ilişkin yayınları gibi eleştirel olanlar da dahil… 

Rapor’un makro-ekonomik tespit ve öngörüleri üzerinde bir gezinti yapalım.  

Son yılların yapısal dengesizliği

Rapor, ekonomimizin bugünkü yapısal dengesizliği üzerinde bir tespit yapıyor:

“Türkiye ekonomisinin temel yapısal dengesizliği çözülmelidir: Büyüme, fazlasıyla iç talep tarafından sürüklenmektedir.  Ekonomi tam çalışma eşiğine yaklaştıkça cari işlem açığı da genişlemektedir.” 

“Dış kaynaklara bağımlılığın kökeninde küresel finansal kriz sonrasında uluslararası fon akımların bollaşması yatıyor. Bu ortamda iç talepte hızlı artışlar fiyatları baskı altına alır; enflasyonu tırmandırır, kalıcı kılar; ulusal para değerlenir, rekabet gücü aşınır.” 

“2018’de olduğu gibi ödemeler dengesi güçlüklerini izleyen döviz kuru şokları kalıcı çözüm getirmemiştir. 2020’deki kur ayarlamasının sonucu da hâlâ belli değildir” (s.27).

Bu tespitler geçerlidir.  Bunları ayrıntılı olarak bu köşede, başka yerlerde inceledim.  Burada yer alan “uluslararası finansal akımların bollaşması” ifadesi ne anlama geliyor? 2008-2009’daki finansal krizin son aşamasında, Batı merkez bankalarının başlattığı trilyonlarca dolarlık parasal genişleme… 

Bu aşırı likidite, çevre ekonomilerine de taştı. Türkiye’ye de 2010-2014’te 250  milyar dolar civarında yabancı sermaye girdi. Dış kaynak girişleri böylece devam etseydi Türkiye’de büyümenin “fazlasıyla iç talep tarafından” sürdürülmesine gerek duyulmayacaktı.? Dönüm noktası 2013’tür. FED, likidite genişlemesini   yavaşlatacağını duyurur; bu niyet, iki yıl içinde uygulanır; uluslararası piyasalara taşınır. Türkiye’ye de dış kaynak akımları yavaşlar: 2015-2018’de yabancı sermaye girişleri, önceki  dört yılın yarısına iner.

Dış kaynak akımları zayıflayınca, AKP iktidarı, parasal yöntemlerle iç talebi pompalamaya yöneldi. OECD Raporu, 2018 ve sonrasında neoliberal reçeteleri çiğneyen; ekonomiyi zorlayan bu yöntemleri eleştiriyor (bk. ss.17-27). 

Ama, bir soruyu yanıtsız bırakıyor: İç talep → büyüme → sürdürülemeyen dış açık bağlantısını içeren bu yapısal dengesizlik nereden kaynaklanmıştır? Yanıt daha eskiye gidiyor: 2002 sonrasındaki canlı yabancı sermaye girişleri ile neoliberal politikaların bileşkesinden…

İlk günah: AKP’nin 'Lale Devri'

AKP’nin “Lale Devri”, 2003-2007 veya 2003-2011 yıllarını kapsar: Büyüme, dış kaynak girişlerine teslim edilmiş; makro-ekonomik politikalar 2002’de devralınan neoliberal  ilkelere bağlı kalmıştır. 

OECD Raporu, bu döneme övgüyle değiniyor: 

“Tamamen serbestleşmiş sermaye hareketleri ve dalgalı döviz kuru rejimi, Türkiye ekonomisine geçmiş yirmi yıl boyunca büyük yarar sağladı. Bu sayede büyük miktarda dış kaynak ülkeye geldi ve makro-ekonomik şoklara karşı uyum sağladı. Ne var ki, serbest sermaye akımları iç kredi çevrimini de besler ve ekonominin iniş-çıkışını küresel risk iştahına duyarlı kılar” (s.44). 

Bu övgü, sınırsız serbest sermaye hareketlerine ilişkin bir “itirafı” da içeriyor. Kilit ifadeye dikkat: “Küresel risk iştahına duyarlı, iniş-çıkışlı bir ekonomi…”   Bu tespit, ekonominin kısa dönemli kaderini, finans kapitalin spekülatif öğelerine (“risk iştahına”) teslim etme anlamına gelir. “İştah” yükselirken coşkulu; azalırken, son bulurken durgunlaşan, krizlere sürüklenebilen ekonomiler…

Rapor, bu çevrimin yansımalarını Türkiye ekonomisi için hesaplamış: Net sermaye girişleri ile millî gelirin büyümesi arasındaki bağlantı (korelasyon) katsayısı 1999-2010 arasında yüksek (+0,54); son dönemde (2016-2019’da) düşük (+0,22) çıkmaktadır (s.44).  

Bu son dönem, “risk iştahı”nın, dış kaynak hareketlerinin zayıfladığı yıllardır. Bu olumsuzluk AKP iktidarı tarafından iç talep pompalanarak aşılmaya çalışılıyor; ama büyüme canlanamıyor. OECD Raporu, bu dönemin politikalarını yanlış; sonuçlarını ağır buluyor: Kişi başına gerileyen millî gelir, sürdürülemeyen cari açıklar, döviz krizleri… 

Zira, daha ciddi bir frenleme de oluşmuş: AKP’nin Altın Çağı, aynı zamanda Türkiye ekonomisinin dinamizmini tüketen kalıcı bir etkene de yol açmıştır: Ekonominin büyüme potansiyeli aşınmış; sermaye akımlarının canlandığı dönemlerde dahi Altın Çağ’ın büyüme tempolarına dönmek imkânsızlaşmıştır. 

Ekonominin dinamizmi, büyüme potansiyeli geriliyor

OECD raporu da AKP iktidarının ikinci yarısında Türkiye’nin büyüme potansiyelinin gerilediğini tahmin ediyor: 2010-2020 arasında bu eğilim yüzde 4,5’ten 3,5’e inmiştir (s.28, Şekil 11.4).  IMF de Türkiye için 2025’e kadar yüzde 3,5’lik bir büyüme temposu öngörmektedir. 

OECD Raporu’nda, ayrıca, 2020-2022 yılları için Türkiye’nin büyüme tahminleri yer alıyor (s.8, Tablo 1). Yıllık öngörüleri sırayla ve yüzde olarak verelim: -0.2 →  +2,6 → +3,5...   Dünya ekonomisinde “normale dönüş”ün beklendiği 2021-2022’de Türkiye’de öngörülen ılımlı büyüme ilgi çekicidir.  

Önümüzdeki yılın yüzde 3,5’lik büyüme kestiriminin, OECD’nin Türkiye için tahmin ettiği orta dönemli büyüme potansiyelini yansıttığı anlaşılmaktadır.

Korona krizi Batı merkez bankalarını yeniden, 2009’u aşan tempolarda parasal genişlemeye yöneltti. Bu yılın başında finans kapitalin “risk iştahı” yeniden yükseldi; çevre ekonomilerine finansal akımların canlandığı haberleştirildi. 

Kısacası, OECD, Türkiye için dış kaynak akımlarından bağımsız bir olguyu belirliyor: Türkiye ekonomisinin orta dönemli dinamizmi (büyüme potansiyeli) aşınmıştır. Ufukta durgunluk vardır.  

Durgunluk, toplumsal bunalım, yapısal bozulma…

Büyüme potansiyeli, Türkiye ekonomisi “olgunlaştığı” için mi düşüyor? Rapor, Türkiye’nin temel ekonomik göstergelerini OECD ortalamaları ile karşılaştırıyor. (s.6). Ülkemizin tüm göstergeleri (üyelerinin yarısı “yükselen ekonomi” olan) OECD ortalamasının açık-ara gerisindedir. Göstergelerden birine, 15 yaş üstü nüfusun istihdam oranına göz atalım: Türkiye %45,7; OECD: %57,6…

Türkiye’nin büyüme potansiyelindeki gerilemenin 21’nci yüzyılda ekonomi yönetimine damgasını vuran neoliberal modelden kaynaklandığını defalarca tartıştım. Son örnek: “2021’de Ekonomi: Olasılıklar, SeçeneklerSol Haber, 8 Ocak 2021…

Önümüzdeki yıllarda ekonominin kaderinin iniş-çıkışlı yüzde 3,5’luk bir büyüme temposuna bağlanması, bugünkü toplumsal bunalımı kalıcı hale getirir. İstihdam oranındaki erime ile ağırlaşan; geniş işsizlik oranlarında ortaya çıkan; halkımızın günlük yaşamını ağırlaştıran bir toplumsal bunalım… 

OECD Raporu, korona salgını içinde daha da ağırlaşan toplumsal göstergeleri, Türkçe eleştirel kaynaklara da referans vererek ayrıntıyla inceliyor. Dahası, durumun giderek bozulacağı, 2020-2022 öngörülerinde de gösteriliyor. Bu üç yılın dar işsizlik oranlarına bakalım: %13,2 → %13,7 → %14,5… 2020’de küçülen ekonomi, iki yıl sonra %3,5’lik bir büyüme temposuna yönelmekte; işsizlik oranları yine de yükselmektedir. 

Niçin? Olgunlaşmamış Türkiye ekonomisinde var olan “astronomik” emek rezervlerini ve işsizliği  yüzde 5’in altında bir büyüme temposu ile eritmek mümkün olmadığı için…  OECD Raporu, kronik toplumsal bunalımın salt göstergelerini  tespit ediyor; çözümlemiyor… 

Üstelik bu yazının başında OECD Raporu’ndan aktardığım temel yapısal dengesizlik, yani “potansiyel büyüme eşiğine yaklaştıkça yükselen cari işlem açığı” da devam edecektir. Ekonomi 2020’de küçülürken dahi dış açık verecek; büyümenin başladığı  sonraki iki yılda da cari açık/millî gelir oranı yükselecektir: %4,6 → %4,8…

***

OECD, 2018 ve sonrasında Türkiye’de izlenen “çapaçul”, çelişkili ekonomik uygulamaları eleştiriyor; AKP iktidarına, “fabrika ayarlarına, yani 2002’de devraldığın neoliberal politikalara dön…” diyor.

Solda yer alan iktisatçılar, “piyasalara geçici rahatlama getirir; yapısal bozuklukları, toplumsal bunalımı kalıcı kılar…” diyor. 

Temel çözümleri ise kendi aramızda tartışıyoruz.