O paylaşımı gördüğümde anlık bir şok yaşadım, gün içinde döndüm döndüm baktım o fotoğrafa. Yetmedi bazı arkadaşlarıma, aileme anlattım. Doğrusu inanmakta güçlük çektiğimden değil ama...

Bir fotoğraf karesinin ötesi 

Sosyal medya hesaplarımızda çoğumuz birbirimizin hayatını gözetliyoruz. Hem kendimizi anlatmak için paylaşıyoruz, hem de örneğin hikayeleri izlerken insanların hayatları hakkında fikir sahibi oluyoruz. 

Göstermek istediğimiz yönlerimizi paylaşıyoruz, kendimizi nasıl ifade etmek istiyorsak onu öne çıkarıyoruz. Aslında bunda bir abeslik de yok. Benlik sunumunun bir parçası sosyal medya hesapları.  

Kişilerin süreçlerine, ergenliklerine, okudukları bölüme, mesleklerine bağlarına dair oldukça geniş bir yelpazede fikir sunuyor bu hesaplar. 

Nasıl birisi, sol mu sağcı mı, nerede okuyor, kimlerle arkadaşlık ediyor, cinsel yönelimi nedir… Her bir soruya dair fikir edinmemizi sağlıyor. Hele de çok paylaşım yapan ya da uzunca süredir kullanan biriyse.

Ben bu girişi neden yaptım? 

Çünkü geçtiğimiz hafta içerisinde çocukluk arkadaşım sosyal medya hesabından Suriye’den bir hikaye paylaşmış. Gezmek, görmek için gitmemiş oraya. Savaşmak için gittiğini anlatan silahı, kıyafetleri bulunuyordu üzerinde. 

Bu yazıyı yazarken Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarını ya da Misak-ı Milli sınırları tartışmak gibi siyasi değerlendirmeleri yapmak amacıyla yazmıyorum. Düzen düzen dediğimiz şeyin hayatlarımızı belirlediğini hatırlattığı için yazıyorum. Hayatın hayhuyunda bazen kaçırıyoruz ama hayatın her alanına, tercihlerimize ve hayallerimize dokunuyor düzen. 

O paylaşımı gördüğümde anlık bir şok yaşadım, gün içinde döndüm döndüm baktım o fotoğrafa. Yetmedi bazı arkadaşlarıma, aileme anlattım. Doğrusu inanmakta güçlük çektiğimden değil ama hayatımda ilk kez çocukluğumdan birinin orada bu sebeple olmasının şokunu yaşıyordum. 

Biliyorum Türkiye 5 yıldır Suriye topraklarındaydı, orada yer edindi. Bugüne kadar pek çok insan dönem dönem gitti geldi, bazıları gelemedi. 

Yine de o çocukluk arkadaşımdı, birlikte top oynamıştık, ailecek akşamları buluşulduğunda biz de oyun oynardık. Aynı mahallede, aynı semtte yaşıyorduk. 

İkimiz de 1 Mayıs’ta işçinin, emekçinin bayramı diyerek fotoğraflar paylaşan çocuklardık. Emekçi ailelerin çocuklarıydık. 2015’te henüz lisedeyken çok sembolik bir fotoğrafla anlatmıştı bunu. Üzerinde tulumu olan bir işçi polisi, patronu, Erdoğan’ı avucunun içine almıştı. 

İkimizin de annesi çalışıyordu. Ailelerimizin emeklerinden başka hiçbir güçleri yoktu ama bu en yüce güçtü. Biz olduğumuz yerde mutluyduk. 

İkimiz de takımlarımızı fanatiklik derecesinde seviyorduk. O Beşiktaşlı’ydı, Çarşı’yı desteklerdi. Bense çocukluğumdan beri formasını terlettiğim Karşıyaka’nın aşığıydım. Benim yaşla birlikte aşkım da söndü, o bana nazaran daha tutkuluydu. 

İkimiz de kadını, doğayı, hayvanı, insanı önemserdik. En önemlisi insanı sevmeyi öğretmeye çalışmıştı ailelerimiz bize ve bence başarmışlardı.

Liseye doğru yollarımız çoktan ayrılmıştı. Belki ben akademik olarak daha başarılı bir çocuktum, gelecekten kendi adıma bir umudum vardı ama anlıyorum ki onun çoktan yok olmuş umutları ya da hiç var olmamıştı. 

Sağolsun Instagram işte, yıllar içinde yollarımız ayrılsa da birbirimizden haberdar olma fırsatını sunmaya devam etti. Ara ara oradan görürdüm ne yapıyor, nerelerde, hayalleri neler. "Kartallar yüksek uçar" diyordu. Meslek yüksek okulunda havacılıkla ilgili bir bölüm okumuştu. 

Aslında arkadaşım değişmemişti. Hâlâ iyi insan olmaya çalışan, Fatih Portakal’la karşılaştığında heyecanlanan, tatil beldesinden onunla birlikte fotoğraf paylaşan biriydi ama 1 Mayıs heyecanımı paylaştığım arkadaşımı düzen adım adım yutmuştu. 

Aklımın ucundan geçmezdi herhangi bir arkadaşımın bir gün Suriye’de devletin askeri olarak savaşmaya gideceği ve benim de bunu sosyal medyadan öğreneceğim. Diyorum ya benim bununla yeni yüzleştiğime bakmayın, şaşkınlığımdan bahsettiğim bir arkadaşım "Ohoo benimki orada öldü bile" demişti. 

Belki normalde olsa nasıl bunu yapar, oraya savaşa gider düşüncesiyle çok sinirlenir, öfkelenirdim. Arkadaşımı aptallıkla suçlayabilirdim de. Ama yapamıyorum. İçimden geçen yalnızca acı bir sızı doğrusu. Ona kızamıyorum çünkü bugün o kadar çok üniversite mezunu, lise terk genç polis, uzman çavuş oluyor ki. TSK bugün bir sürü genç erkek için ekmek kapısı. Bu durum Türkiye’nin önemli bir gerçeği. 

Bir diğer gerçeği de okumuş ya da okumamış genç bir insana emeğiyle geçinebileceği, insani miktarda gelirle hayatını geçindirebileceği istihdam alanının olmaması. 

Bizim aramızda yalnızca bir yaş var. İkimiz de hayatımızı kurmanın derdine düştük, okulları öyle ya da böyle bir yerlerde bir şekilde bitirdik ve o bu yolu tercih etti. Peki… Ben bugün asgari ücretle işe başlamayı havalara uçarak kabul ederken benden daha yüksek ücret alıyor o, canı pahasına. 

Aramızda bugün gençlerin AKP’yi desteklemediğinden, genel karakterinin muhalif olduğundan bahsederiz. "Geçiniz bunları" diyesim geliyor, kendime. Ekmek söz konusu olduğunda öğütülüyormuşuz ve kavganın esas belirleyeni de oymuş…