Cumhuriyetin kendine yakışan bir amaçla koruduğu Ayasofya’nın kısır tartışmalarla unutturulmaması için bu derya sorun ve ilişkilerden ve de sınıfsallıktan soyutlanmadan analiz yapılması gerekiyor. Yoksa başkaca unutturulanlar ya da alıştırılanlar arasına girip o da kaybolacak.

Bir Ayasofya yazısı / değil

Ayasofya’ya hukuksuz bir hukuk yorumuyla yüksek yargı da el atınca teknik sorulara neden Ayasofya’yı hukuksal yönden yazmadığım sorusu da eklendi. 

Keşke konu bir bakanlar kurulu kararından, onun iptalinden, Osmanlı döneminde hukuk diyemeyeceğimiz İslam ve fetih ağırlıklı egemen davranış kurallarından, bu davranış kurallarının evrensel hukuktan yüksek destek alan Cumhuriyetin hukuk devleti içine yerleştirilmesinden ve de bu yerleştirmeyle hukuk devleti ilkelerini yok sayarak bir yüksek yargı kararını etkileyecek güce kavuşmasından ibaret olabilseydi. 

Zaten öyle olsaydı ne hukuk ve yargı tsunamisiyle destekli bir Ayasofya olayı yaşanabilirdi ne laik hukuk devletinin tarihsel kararı ve bu kararın belgesi yırtılıp atılabilirdi ne de Ayasofya’nın tarihsel gerçeği ayaklar altına alınabilirdi.

ABD’nin hiç perdeleme ihtiyacı duymadan açıkça “gayet ekonomik” dediği Fethullah Gülen cemaati ve “gayet siyasal” dediği AKP, 2002 ortaklığıyla iktidara otururken ve yıllarca bu ortaklıkla siyaseti, devleti, hukuku, eğitimi, Cumhuriyeti hedef alarak yıkıma giderken siyasal dayanakları sermaye sınıfı, örgütlenme yapıştırıcılarıysa dinsellik, tarikatlar ve cemaatlerdi.

Hukuken ve fiilen yaşamaması gereken tarikatlar ve cemaatler güçlerine güç katarak yaygınlaşırken; dinsel mekanlar küçüklü büyüklü (Çamlıca tepesi kıyımı ve dönüştürülmesi hemen unutuluverdi) mantar gibi çoğalırken; dinsellik siyasete, devlete, hukuka, eğitime, toplumun yaşam tarzı içine etkili olarak dalarken; laiklik dinsel özgürlük kılıfı altında çiğnenirken basitçe ve masumca bir inanç özgürlüğü söz konusu değildi. Diyanet İşleri Başkanlığının, ekonomik ve kadrosal büyümesiyle ve bu kadroların devletin diğer kurumlarına yayılmasıyla hiç de basit ve masum bir amaç güdülmedi. Eğitimde imam hatipleşme ve zorlamayla dayatılan, yargı kararlarına karşın vazgeçilmeyen zorunlu din dersleri de inanca dayanmıyordu. 

Tüm dinsellik girişimleri ve dinsel gerici davranışlar “Cumhuriyet”ten, “Laiklik”ten ve “Aydınlanma”dan intikam almanın ötesinde bir ihtiyacı ve amacı güdüyordu, hâlâ da öyle…

Kapitalizmin ve emperyalizmin talanları, yönetme sorunları, bunalımları, durmak bilmez ihtiyaçları olduğu zaman başvurduğu silah ve savaş gücü artık tanımlı coğrafyalarda vekalet savaşçılarının da katılımıyla kullanılmaya devam ederken yeni sömürgecilik farklı yöntemler izliyor ve dinsellik tarihsel işlevinin gereklerini fazlasıyla yerine getirecek güçle çalıştırılıyor. 

Dinselliğin sınıfsallığı sermaye sınıfıyla bu kadar derin buluşmuşken; ekonomik ve dinsel örgütlenme siyasi partiler, tarikatlar ve cemaatler aracılığıyla bu kadar yaygınlaşmışken; emekçi halk sermayenin tahakkümü altında dinsellik kılıfıyla bu kadar ezilmişken; sömürü ideolojik ve baskı araçlarını tüm fırsatçılığıyla ve vahşiliğiyle kullanırken, laiklik yıkıma uğramışken Ayasofya’nın başına gelenler devede kulak gibi durmuyor mu? 

Bu bataktan hukuk ve yargı tartışmasıyla oyalanarak çıkılır mı?  

Dinselliğin üretim ve toplumsal ilişkilerin içine bu kadar yaygın ve derin sızmasında; Cumhuriyetin adı dururken niteliklerinin ve en önemlilerinden olan laikliğin bu kadar ayaklar altına alınmasında Ayasofya sondan önceki eylem ve işlemlerden yalnızca biri.

Ama bir şeyi netleştirdi. Yıllarca hukuksuzlukları ve adaletsizlikleri hukuka yazmakla beceri kazanan AKP’nin “laik hukuk devleti” yerine neyi koyacağı ortaya çıktı. Sermaye ve iktidar lehine çifte standart hukukun yanına bir de çoklu davranış kuralları eklenecek ve bu daha sık çıkacak karşımıza. 

Bundan böyle dinsel davranış kurallarıyla hukuk kuralları bir arada çalıştırılacak. Sermayenin ve siyasi iktidarın ihtiyaçlarına bağlı olarak biri ya da diğeri devreye sokulacak. Örneğin, sermayeye kaynak aktarımında, meslek kuruluşlarına müdahalede, emekçilerin haklarını budamada veya onları işten çıkarmada yasa kuralları çalıştırılacak; arabuluculukta ya da laiklik ihlallerinde dinsel davranış kurallarına başvurulacak.

Toplumun üzerinde yer aldığı inancı yaratılan güçler arasında olan ve tartışılmazlık tabusuna sahip gibi gösterilen dinsellik egemen sınıfın etkin araçlarından biri olarak aklı ve mücadeleyi gölgeliyor, halkı şükretmeye ve rızaya yönlendirerek uyuşturuyor, susturuyor, direncini kırıyor.

Dinsellik sınıfsal, onun da ekonomi politiği kapitalizmle aynı: sömürü. Zenginliği kutsal ve saygın gösteriyor; yoksulluğu köle, köle gibi çalıştırılacak emekçi, zekat, sadaka ve yardıma muhtaç birey... Kadını hizaya çekmeyi, çocuğu aklın ve bilimin dışına itmeyi de unutmuyor.    

Dinsellik uzlaşmaz olanların tutkalı olmayı hedefliyor ve beceriyor. Bu yönüyle devletle ve hukukla görev paylaşımı yapıyor. Devlet ve hukuk dinin din de devlet ve hukukun içine girdiğinde, bu görev paylaşımına siyaset de karıştığında uzlaştırma daha da kolaylaşıyor.

Cumhuriyetin kendine yakışan bir amaçla koruduğu Ayasofya’nın kısır tartışmalarla unutturulmaması için bu derya sorun ve ilişkilerden ve de sınıfsallıktan soyutlanmadan analiz yapılması gerekiyor. Yoksa başkaca unutturulanlar ya da alıştırılanlar arasına girip o da kaybolacak. Yerine, laikliği unutturmaya yarayan başka yıkımlar gelecek. Hilafet tartışmaları boşa değil ve böyle bir makamı lehine kullanma becerisine sahip sermaye yönünden de sorun alanı olarak görülmez. 

Öte yandan dinsellik bilim ve teknolojiden yararlansa da bilim ve aydınlanmanın da düşmanı ki bu düşmanlık sermaye emrindeki bilimi değil bilimsel sosyalizmi hedef alıyor.

Dinsellik, gerici olanıyla olmayanı arasında tercih yapmanın çok ötesinde, sömürülen ve ezilenleri kandırmada etkili araçlardan biri. Onun boyunduruğundan kurtulmak sermayenin boyunduruğundan kurtulmak için de zorunlu.