'Artık kapitalistin bütün toplumsal görevlerini aylıklı memurlar yapmaktadır. Kapitalistin, artık, kâr paylarını cebe atmaktan, faiz kuponu kesmekten ve farklı kapitalistlerin birbirlerinin sermayelerini yağma ettikleri borsada kumar oynamaktan başka toplumsal bir görevi yoktur.'

Bilin bakalım çalışan fabrikada tek işe gelmeyen kim?

Şu kötü fıkrayı duymuşsunuzdur. Üç yamyam bir ofiste işe giriyor. Baştan birbirlerine söz veriyorlar, açık vermeyecekler: Kimseyi yemeyecekler.

Ama sırayla dayanamayıp sözlerini bozuyorlar. İlk gün muhasebe müdürünü yiyor biri, ertesi gün satış müdürünü bir diğeri.

“Fark edecekler ve canımıza okuyacaklar” diye tedirgin bekliyorlar ama bir şey olmuyor.

Ta ki, üçüncüsü çay ocağında duran çalışanı yiyene kadar.

İlk iki gün ofisteki eksilmeyi kimse farketmezken, çay ocağı durunca, ofis karışıyor.

Kötü bir orta sınıf şakası denilebilir. Ama ilham verici.

İlham almak için başka kaynaklar da var. Bakın “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel  Sosyalizm” kitapçığında Friedrich Engels ne yazmış: 

Bunalımlar, burjuvazinin modern üretken güçleri yönetmeye artık yetersiz olduğunu gösteriyorsa, büyük üretim ve dağıtım kurumlarının anonim ortaklıklara dönüşmesi, tröstler ve devlet mülkiyeti, burjuvazinin bu amaç için ne kadar gereksiz olduğunu gösterir. 

Artık kapitalistin bütün toplumsal görevlerini aylıklı memurlar yapmaktadır. Kapitalistin, artık, kâr paylarını cebe atmaktan, faiz kuponu kesmekten ve farklı kapitalistlerin birbirlerinin sermayelerini yağma ettikleri borsada kumar oynamaktan başka toplumsal bir görevi yoktur.

Tam olarak böyledir. Bundan 150 - 200 yıl önce “girişimci” burjuvamız, emek sömürüsü için aktif bir gereklilikti. Fabrikayı kurmalı, elindeki birikimle makineleri alıp, onlar üzerinde modifikasyonlar yaparak “daha çok üretecek” hale getirmeli, belki hammaddeyi satın alacağı bağlantıları oluşturup, sevkıyatlara nezaret etmeliydi.

Şimdiyse, patron bu işler yapılırken etrafta oluyor. Ücretli danışmanlarına, maaşlı yöneticilerine cart curt edip, işleri sıkı tutmalarını, sömürüyü hiç düşürmeden sürdürmelerini sağlıyor ve sonuçta aslına bakarsanız, tüm bunlar işlerin yürümesi için bir teknik zorunluluk değil.

Patronun yaptığı işte teknik zorunluluk olan tek bir şey var: Mülkün bekçiliği. O hep kendini göstermeli, ara sıra hatların arasında dolaşıp işçilere yan gözle bakmalı, kendisine pek hayran bakan işçinin yanağından makas alıp motive etmeli ama bunların hiçbiri üretimin devam etmesi, işlerin yürümesi için bir zorunluluk değil. Tüm bunlar sadece kafalar karışmasın diye lazım: Fabrikanın sahibi olan patronun asalak ve sömürücü bir varlık olarak algılanmasından daha tehlikelisi, onun fabrikadaki en gereksiz unsur olduğunun algılanması olur.

Engels’in yukardaki cümlelerindeki açıklık fazla iyimser görünebilir. “Bu kadar açık” deyip geçtiği şey aslında o kadar açık olmayabilir. Daha doğrusu, saf ve özdeki gerçeği ortaya koymak gibi çok haklı ve önemli bir görevi yerine getirirken söylediklerinde şu iyimser varsayım olmalı: Engels’in apaçık gördüğü şey, kapitalist dünyanın herkes için giderek daha fazla açık hale gelen gerçeğiydi. O da bu apaçık görünenin altını çiziyordu.

Ama altta yatan gerçekleri örtmek, çürümüş sistemi yeniden örgütlemek ya da sürekli kılmak için oluşmuş mekanizmalar var. 150 yıl önce de vardı ama 150 yıl sonra daha fazla, daha yorucu ve daha yetkinleşmiş olarak var.

Bugün kapitalist medyanın, burjuva kültürünün en fazla yaptığı işlerden birisi, toplumsal zenginliğin büyük bir kısmına el koyan bu asalak ve gereksiz sınıfın ne kadar yetenekli, ne kadar çalışkan, ne kadar gerekli olduğunu anlatmak. Efsanelerle, parayla uydurulmuş hikayelerle pekiştirilen bir çaba.

Girişimciliğin sırrını anlatıyor

Şimdi pek ortalarda görünmüyor.

Ali Sabancı’nın ne kadar cin fikirli, ne kadar zeki, ne kadar cesur, ne kadar esprili birisi olduğunu, Pegasus Havayolları diye bir şey bugün varsa bunu onun “süperliğine” borçlu olduğumuzu anlatmak gibi işlerden söz ediyorum. Ve tabii Pegasus Havayolları kapısına kilidi asarken, bu şirketin parlak fikirli (!) bir patronunun olduğunun ve yere göğe sığmadığının unutturulmasından...

Ya da artık neredeyse her biraz palazlanmış işadamının iyi bir yazara birkaç kutu eski fotoğraf ve bol para vererek yazdırdığı “Hayatım” kitaplarından.

Görev açık: Patronumuzun binlerce çalışanı ile birlikte oluşturduğu büyük kalabalık içindeki en gereksiz unsur olduğu fikrinin üzeri örtülmeli!

Örtülmeli de…

Rüzgar sert estiğinde gerçeğin üstü de açılıveriyor.

Dünyayı rüzgar uyandırmaz. Dünyayı örgütlü mücadele uyandırır ama koronavirüs rüzgarında yüzünü gösteren gerçeğe de işaret etmemek olmaz.

#Evdekal’abilenler, aç kalmamak için evde kalmamak zorunda olanlar, tuzu kurular, tuzu az kuru orta sınıf çok bilmişleri, bir avuç tuz için bile en ağır koşullarda çalışmaya muhtaç olanlar…

Bunlar hep konuşuldu. 

Konuşuldu ama daha çok “emeğinden başka serveti olmayanların evde kalma şansının da olmadığı” cephesinden baktık işe.

Oysa bir de “evde kalmasında hiç sakınca olmayan, evde kalmasıyla kalmaması arasındaki farkı instagrama fotoğraf atmazlarsa fark edemeyeceklerimiz” cephesinden bakmak lazım.

Değil mi “champ”?

Eh şimdi başlıktaki soruya gelebiliriz. Biraz düşünün ve çabukça cevaplayın: Bugünlerde çalışan fabrikaların tek işe gelmeyeni kim?

Yurdumuzda ve başka yurtlarda, hayatın devam etmesi, üretimin sürmesi, karnımızın doyması, hastanelerimizin çalışması, yeni solunum cihazlarının üretilmesi, onlara elektrik verecek santrallerin çalışması gibi ihtiyaçlar açısından…

Gerçekten “gereksiz” olan kim?