Şimdi Biden’ın seçilmesine yönelik “sol” liberal çevrelerdeki sevinci görünce aklıma bu yazı geldi. O zaman bir aymazlıkla üzüldüler, şimdi aynı aymazlıkla seviniyorlar.

Biden benim neyime 

“We did it Joe, we did it!” (Başardık Joe, başardık!). Böyle demişti Kamala Harris spor kıyafetleri içinde Joe Biden ile telefonda görüşürken. Pek mutluydu. Seçimin resmi olmayan sonuçlarına göre Joe Biden ABD’nin 46. Başkanı olmuştu; o da ABD tarihinin ilk kadın, ilk Afro-Amerikan ve ilk Asya menşeli başkan yardımcısı olmuştu. Hatta yorumcular onun da Biden’ın kader çizgisini takip ederek bir sonraki başkan, ilk kadın başkan olacağına dair yorumlar yapmaya başlamışlardı bile. Amerikan demokrasisini yok olmaktan kurtarmışlardı. ABD’nin uzun izolasyonu ve yalnızlığını da bitireceklerdi. Sadece onlar sevinmedi ki; bilcümle liberal ve sosyal demokrat da pek sevindi. Hatta bu küresel sevinçten bizim payımıza bile bir miktar düştü, Biden yönetimi AKP’nin baskıcı rejimini gevşetecek bir küresel baskı oluşturabilirdi. Demokrat Partili başkanlar çok uzunca bir süredir bu türden sevinçler, bu türden hayaller yaratarak geldiler. 

Tam da bu noktada dört yıl önce Korkut Hoca’nın yazdığı bir yazı geldi aklıma, Trump ile Hillary Clinton arasındaki seçim yarışı sırasındaydı galiba. Hocamız yazısını şöyle bitirmişti:

Bu tür bir program, Wallerstein’e göre, “Trump’un seçilmesinin ABD’yi temelden ve kalıcı biçimde dönüştüreceği” endişelerinin geçersiz olduğunu gösteriyor. Buna karşılık, onu ayrıştıran ana öğe, Müslümanları hedefleyen göçmen karşıtlığıdır.

Bu özelliği, bizi yakından ilgilendirmiyor. Dört gün sonra oy verecek değilim; ama, Türkiye’nin İslamcı faşizme sürüklenmesini hızlandırma olasılığı yüksek olan savaş kundakçısı Bn.Clinton’un seçimi yitirmesini yeğlerim.”I

O zamanlar soldan bir grup insanın Hocamızın bu görüşüne pek sinirlendiğini hatırlıyorum. Soldaki en kötü hastalıklardan ikisi saflık ve politika bilmezliktir. Neticede sevgili Hocam öngörülerinde haklı çıktı. Trump Başkanlığı dönemi Amerikan emperyalizminin en mecalsiz ve en yeteneksiz dönemlerinden bir olarak tarihe geçti. Bu Amerikan emperyalizmi için kötü, insanlık için ise iyi bir şeydi kuşkusuz. 

Şimdi Biden’ın seçilmesine yönelik “sol” liberal çevrelerdeki sevinci görünce aklıma bu yazı geldi. O zaman bir aymazlıkla üzüldüler, şimdi aynı aymazlıkla seviniyorlar. Neden seviniyorlar, bir türlü anlamıyorum. 

Aslında II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizminin dümenine geçmiş olan Demokrat Partili başkanların bilançoları ve performansları bu türden bir aymazlığın oldukça yersiz ve zararlı olduğunu da göstermiştir. Aşağıda verilecek bilanço onların da en az Cumhuriyetçi başkanlar kadar saldırgan (belki de daha saldırgan) olduklarını gösterecektir. Ancak bir yanlış anlaşılmaya mahal vermeyelim. Aşağıda dökümü verilecek olan gelişmeler tarihsel bir kurala değil, sadece belirli trendlere işaret etmektedir. 

II. Dünya Savaşı sonrasında başkanlık yapan Demokratlar sırasıyla kasaba politikacısı Truman, liberallerin bitmek bilmeyen bir sevgiyle tapındıkları Kennedy, Kennedy’nin yardımcısı ve Truman kadar taşralı Johnson, Amerikan eltinin dışından geldiği varsayılan Carter, uçkuruna pek gevşek olan Clinton, ilk Afro-Amerikalı başkan Obama ve eğer bir terslik olmaz ise Biden. 

Truman II. Dünya Savaşı daha bitmeden F.D Roosevelt’in zamansız ölümüyle başkanlığı kucağında buldu. Doğrusu Amerikan emperyalizmi için işlediği suçlar pek kabarıktı. Kendi haline bıraksan kısa sürede teslim olacak Japonya’nın üstüne iki atom bombası attı (tarihçiler bombalananın Japonya olmasına rağmen bombaların aslında Sovyetler Birliği’nin gözünü korkutmak amacıyla atıldığı konusunda hemfikirdir.) Nagazaki ve Hiroşima’da onbinlerce kişinin ölümünden sorumlu Truman ayrıca Soğuk Savaş’ın asli mimarlarındandır. Berlin’i ablukaya alarak bile isteye soğuk savaşı kışkırttı. Çinli Komünistlerin Pekin’e girmesiyle birlikte tüm Asya’da seferberlik ilan etmiştir. Kore Savaşı da onun eseridir. Pek de Demokrat değildir, insanlık dostu hiç değildir. Siyasi tarihçiler donuk ve küt kafalı olduğu konusunda açık bir görüş birliğine sahiptirler. 

Kennedy ise pek büyük umutlarla gelmişti. Öncelikle gençti, dinamik idi. Sıkıcı Eisenhover yönetimin üstüne gelişiyle Amerikan toplumuna gençlik aşısı enjekte etmiş gibi oldu. En azından görünüşte bu türden bir rahatlama yarattı. Oysa daha seçim yarışı sırasında rakibi Nixon ile yaptığı açık tartışmada ne türden bir emperyalist politika uygulayacağını belli etmişti. Bu açık tartışmanın son ve uluslararası ilişkiler ile ilgili dördüncü ayağı bir Youtube videosu olarak herkesin erişimine açıktır.II Bu açık tartışmada en ilginç bölüm Küba ile ilgili olandır. Malum seçimden bir yıl önce Castro ve Kübalı devrimciler Batista rejimini devirip iktidara gelmişlerdi. Kennedy bir soru üstüne Eisenhover yönetimini Latin Amerika’yı Castroizme ve Komünizme teslim etmekle suçladı. Kennedy’ye göre Castro rejimini alaşağı etmenin en iyi yolu Florida’da konuşlanmış Batistacı karşıdevrimci Kübalıları silahlandırarak onları Devrimci Küba’nın üstüne salmaktı (ki başkan olunca tam da bunu yaptı. Silahlandırılan karşıdevrimci Kübalılar Kennedy yönetiminin açık desteğiyle Playa Giron’a (Domuzlar Körfezi’ne) çıkartma yaptılar ancak yenildiler). Diğer taraftan genellikle daha sağcı ve daha güvenilmez olarak kabul ettiğimiz Nixon açıkça bunun ABD’nin imzaladığı uluslararası anlaşmalara aykırı olacağını belirtti. Garip değil mi? 

Kennedy öldürülünceye kadar Amerikan emperyalizmi için önemli ve cüretkâr adımlara imza attı. Örneğin modası geçmiş, eski Jüpiter füzelerini Türkiye’de tutmaya devam ederek ve Küba’yı işgale yeltenerek Sovyetleri karşı adıma kışkırttı ve Füze Krizi aracılığıyla dünyayı nerdeyse nükleer bir armageddona itiyordu. Keza Vietnam’a ilk Amerikan askeri danışmanlarını ve ilk askeri birlikleri de o yolladı. Batı Berlin’e gitti ve Sosyalist Bloka karşı gövde gösterisi yaptı. Kennedy ne iyi bir başkandı değil mi? 

O öldürülünce yerine zorunlu olarak geçen başkan yardımcısı Johnson ise en az Truman kadar büyük bir taşra kurnazıydı. Kaba bir adamdı. Onun döneminde Vietnam’daki Amerikan askeri varlığı çığ gibi büyüdü. Diğer taraftan onun döneminde Amerikan ekonomisi savaş sonrası dönemdeki en yüksek büyüme ve en hızlı genişleme dönemine girdi. Ancak bu büyüme Johnson döneminde Amerikan emperyalizminin artan silahlı müdahalelerinin finansmanı için atılan adımlardan kaynaklanıyordu. Amerikan emperyalizm dışarıda yoksul halklara saldırdıkça içeride daha hızlı büyümekteydi. Johnson’un nobranlığından Türkiye de nasibini aldı. Ünlü Johnson mektubu Demokrat Partili başkanların aslında ne kadar pervasız ve yüzsüz olacaklarını da gösteriyordu. 

1977’de başkan olarak seçilen Georgia Valisi Jimmy Carter ise gerçekten çalışan sınıf kökenliydi. Dolayısıyla özellikle Amerikan çalışan sınıfları ondan pek çok şey bekliyorlardı. Elleri kursaklarında kaldı, dünya kapitalizmi derin bir krizin içindeydi. Carter döneminde Amerikan emperyalizmi yine aktif, dinamik ve pek canlı idi. İran Devrimi sonrası yaşanan rehine krizinde müdahale etmekten çekinmeyen Carter feci ve utanç verici bir durumla karşı karşıya kaldı (muhtemelen bir sonraki seçimi kovboy Reagan’a karşı kaybetmesinin altında ekonomik çöküntünün yanında bu başarısızlık da yatıyordu). Demokrat Partili Carter’ın döneminin sonunda Türkiye 12 Eylül Faşizminin istilasına uğradı. Carter dönemi istihbaratçılarının “Bizim Çocuklar”ı Türkiye’yi komünizmin pençesine düşmekten kurtardılar. 

Baba Bush’u mağlup ederek başkanlığa gelen William Clinton ise pek ilerici pek liberal ülküler ile donatılmış bir şekilde iktidara geldi. Başkanlığı döneminde Irak’a uygulanan gayrı-insanı ambargoyu maharetle uyguladı. 2003’deki işgalde Irak halkı ve silahlı güçleri direnemediyseler bunun sorumlusu oğul Bush değildi, sorumlu kesinlikle demokrat ve liberal Clinton idi. Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde Clinton çok aktif idi. Arafat ve FKÖ’nün yenilgisi anlamına gelen ve Oslo’da imzalanan İsrail-Filistin anlaşmasının taşeronu da Clinton’dı. Kısacası pek yaman bir liberal ve pek azman bir demokrat idi. Ancak Barrack Obama ondan daha ilerideydi. Obama sahneye Clinton’dan daha sansasyonel bir giriş yaptı çünkü ABD tarihindeki ilk siyahi başkan oldu. Yoksul ve ezilen bir toplumsal gruptan gelmesi yine dünyanın liberal solcularını pek heyecanlandırdı. Ancak hevesler pek çabuk çürüdü, hatta baştan çürüdü. Savunma Bakanı olarak oğul ve alık Bush’un Savunma Bakanı Robert Gates’i atadı. Böylece emperyalist politikanın süreklilik gerektirdiğinin bilincinde olduğunu gösterdi. Döneminde o ve müttefikleri Suriye’yi derin bir iç savaşın içine ittiler. Libya’daki rejim tüm uluslararası anlaşmalar ihlal edilerek açık bir müdahaleyle çökertildi ve Libya’nın bütünlüğüne son verildi. Irak’daki askeri operasyonları bitireceğini vaat ederek başkanlığa gelen Obama Irak’da askeri operasyonları sürdürdü. Afganistan’daki kaotik durum sürekli hale getirildi. Obama da nezih, liberal ve saygın bir Demokrat başkandı işte. 

Şimdi Biden geldi. Aslında diğer şanlı Demokrat başkanlardan farklı olmayacağını Trump ile yaptığı açık tartışmada gösterdi.III Kuzey Kore’yi, Çin’i, İran’ı ve hatta Rusya’yı yola getireceğini apaçık bir şekilde ifade etti. 

Tekrar belirtelim; biz Demokrat başkanların Cumhuriyetçi başkanlardan daha kötü olduklarını ima etmiyoruz. Biz “yok birbirlerinden farkları” diyoruz. Yok, çünkü emperyalizm kişilere bağlı olmayan uzun erimli bir küresel düzenlemedir. Bu nedenle devrimci bir türküyü uyarlayarak bitirelim: “Ezilip duruyoruz/ Biden benim neyime/İktidara yürüyoruz/Gül damlar yüreğime”.IV