Günümüz Türkiye’sini kültürel çatışma üzerinden okuyan bir sanat yapıtı bize sadece “görünüm”ü vermekte ve “öz”ün, yani sömürü düzeninin ve esas sınıfsal çatışmanın üzerini örtmektedir.

Barışmaya ihtiyacımız var!

Günümüz Türkiye’sini anlatma iddiasındaki herhangi bir romanda, filmde ya da dizide, alt sınıflar, yoksullar, emekçiler “dindar”, daha üst ve eğitimli sınıflar ise “seküler” olarak resmediliyorsa, o roman, film ya da dizi bize yalan mı söylüyordur? 

Yazar ya da yönetmen, gündeliğe giden kadınların başörtülü olduğu, fabrika işçisi erkeklerin vakit namazını değilse de Cuma namazlarını kaçırmadığı, akşamları televizyonda ailece Osmanlı dizileri izleyen, kadınının da erkeğinin de ramazanda oruçlarını tuttuğu, sandığa gittiğinde oyunu iktidar partisine veren karakterler yaratmışsa, ortada gerçekliğe aykırı bir durum mu vardır?

Alt sınıftaki karakterler daha üsttekileri “züppe, ahlaksız, namussuz, dinsiz” vs. ve üst sınıftakiler ise alttakileri “cahil, yobaz, kara kafalı” vs. olarak görüyor, iki kesim de birbirlerinin kültürel değerlerine ve yaşam biçimlerine karşı büyük bir öfke, büyük bir hınç besliyorsa, “amma da uyduruk şeyler bunlar yahu” diyerek elimizdeki kitabı bir kenara fırlatabilir, izlediğimiz filmi yarısında terk edebilir ya da kapatabilir miyiz?  

Bu soruların yanıtı –sorduğumuz soruların şimdilik bunlarla sınırlı olduğunu varsayarak yanıt verdiğimizi düşünecek olursak- “hayır”dır. 

Türkiye’de emekçi sınıflar sahiden de genel olarak dindardılar; namaz kılar, cumaya gider, oruç tutarlar. Dindar olmaları ise illa siyasal İslamcı ya da tarikat mensubu olmalarını gerektirmez, büyük bir çoğunluğu kendi kişisel dünyalarında bu dindarlığın taşıyıcısıdırlar. 

Ve Türkiye’de orta, üst, daha eğitimli sınıflar, emekçi sınıflara nazaran daha sekülerlerdir, inançlı olsalar dahi yaşam biçimlerini de düşünüş biçimlerini de belirleyen esas olgu din değildir.

Peki günümüz Türkiye’sinde alt sınıflarla daha üst sınıfların birbirlerine duyduğu husumetin, hıncın, öfkenin temel motivasyon kaynağı nedir?

Evet, elbette ki iki tarafta da -özellikle en tepedekilerde daha gelişkin olmak üzere- bir “sınıf bilinci” vardır ama bu her zaman dolayımlanarak açığa çıkar.

Alt sınıflar yoksulluklarının nedeni olan şeyi, yani kapitalizmi, sömürünü düzenini “sezerler”, “içgüdüsel” olarak bilirler belki ama hakikatin bilgisine bilinçli bir şekilde sahip değillerdir. Bilselerdi zaten başka bir şey konuşuyor olurduk. Bu yüzden öfkelerini ancak dolaylı mekanizmalarla, örneğin üst sınıfları ahlaksızlıkla, züppelikle, dinsizlikle, yani yaşam tarzları üzerinden suçlayarak gösterirler.

Üst sınıfların yoksullara, fakirlere, alt sınıflara duydukları öfke, nefret ve husumet ise doğrudan fakirleri, yoksulları değil, “cehaleti”, “yobazlığı” karşısına alma olarak, bunları aşağılayarak, bunlara gösterilen “düşmanlık”la açığa çıkar.

Dolayısıyla kitlesel bir emek hareketine, büyük işçi eylemlerine, mitinglere, grevlere tanıklık etmediğimiz günümüz Türkiye’sinde sınıflar arası kavga bugün itibariyle “ekonomik” değil, “kültürel” bir görünüm arz etmekte, çatışma kültürel değerler üzerinden dolayımlanmakta ve öyle somutlaşmaktadır. 

Üstelik bunun böyle olması, yani çatışmanın kültürel değerler üzerine kurulması ve öyle algılanması için on yıllara yayılan bir çaba gösterilmiş, bu çatışma adeta icat edilmiştir. Türk sağı başından itibaren kendisini “vesayete karşı milli iradenin temsilcisi” ve “milletin değerlerinin hakiki sahibi” olarak sunmuş, akademi dünyası da merkez-çevre paradigması üzerinden Türkiye’deki esas çelişkinin sınıflar arasında değil, Batıcı elitlerle mütedeyyin halk kitleleri arasında olduğunu topluma kabul ettirmiştir.

Dolayısıyla bugün Türkiye’de sınıflar arası çatışmanın görünür hale geldiği, somutlaştığı yer kültürel alandır ve bu alana odaklanan bir roman, bir sinema filmi ya da televizyon dizisi bize gerçekliğin bir görünümünü sunmaktadır. Burada bir gerçeklik vardır, başörtülü gündelikçi kadınlar da camiye giden tekstil, temizlik, sanayi işçileri de gerçekliğimizdir.  

Ancak buraya kadardır;  çünkü “görünüm” bu olmakla birlikte bir de “öz”e bakılmalıdır ve işte o noktada işler değişecektir. 

Eğer bugünün Türkiye’si anlatılırken -ki bu kurgu bir yapıt olmanın ötesinde, akademik, düşünsel bir çalışma da olabilir- bize sınıflar arasındaki çatışmanın sadece görünür halinin değil, özünün de, esasının da kültürel olduğu söyleniyor, ekonomik ve siyasal tahakküm ilişkileri göz ardı ediliyor, sermaye düzeninin, sömürü mekanizmalarının ve sömürü ilişkilerinin üzeri örtülüyorsa, orada devreye girip “bir dakika” demek gerekmektedir.

Türkiye’de yoksulların genel olarak dindar, daha üst sınıfların ise genel olarak seküler olmaları ve bu iki sınıfın iki kültürel değer kümesi üzerinden karşı karşıya gelmesi, ne Türkiye’de kapitalizmin olmadığı ne de sınıf çatışmasının özü itibariyle ekonomik ve siyasi bir karakter taşımadığı anlamına gelir.

Türkiye de bütün kapitalist toplumlar gibi sınıflı bir toplumdur ve bu toplum üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulunduran bir azınlıktan ve geçinebilmek için emek gücünü satan çoğunluktan oluşmaktadır. Kapitalist sınıf çalışan sınıfları sömürmekte ve ücretleri aşağı çekerek, çalışma saatlerini artırarak, taşeron ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırarak, kıdem tazminatını gasp etme planları yaparak sömürüyü derinleştirmeye çalışmaktadır.

Günümüz Türkiye’sinde kapitalist sınıfın en büyük yardımcısı dinselleşmedir. Türkiye kapitalizmi, açlığa, yoksulluğa şükreden, adalet talebini öbür dünyaya erteleyen, biat eden, ses çıkarmayan, sendikalı değil tarikat mensubu olan, greve değil namaza giden, patronuyla aynı tarikattan/cemaatten olan ve onunla aynı camide namaz kılabilen, hamasetle, milliyetçilikle güdülebilen, sürüleştirilmiş kitleler istemektedir ve bunun için de dinselleşmeye, tarikatlara, cemaatlere ve elbette ki bu iktidara ihtiyaç duymaktadır. 

Dolayısıyla alt sınıfların öfkelerinin doğrudan sömürü düzenine ve onu sömüren sınıfa değil, sahip olduğu yaşam tarzı ve kültürel değerler üzerinden kendisine yabancı hissettiği “icat edilmiş” bir figüre, “milletin değerlerine yabancılaşmış, ahlaksız, züppe zengin” figürüne yönelmesi gerekmektedir ve bu ideolojik aygıtlar tarafından her gün yeniden ve yeniden üretilmektedir.     

Ancak bu figür gündelik hayatta alt sınıfların karşısına doğrudan üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalist sınıf olarak çıkmaz; onlar korunaklı, güvenlikli, izole dünyalarında zenginliklerini yaşamaya devam ederler. Dolayısıyla öfke de “orta sınıflara” yönelir; bazen doktorlar, bazen mimarlar, mühendisler, bazen ofis yöneticileri, televizyonlarda gördükleri gazeteciler, akademisyenler, aydınlar, alt sınıfların gündelik hayatta karşı karşıya geldikleri, ete kemiğe bürünmüş bir şekilde algıladıkları kesimlerdir. 

Aslında emekçi sınıfların bir parçası olan bu kesimler ise, genel olarak, sahip oldukları yaşam tarzı ve tüketim kalıpları üzerinden ya hangi sınıfa mensup olduklarını fark edemez ya da bunu inkâr ederler. Bunun siyasal alana yansıması ise dinselleşmenin sınıfsal boyutunu görememek ve buna tepkisini sadece hayat tarzı savunusu üzerinden, nostaljik bir takım anmalarla ya da Sözcü gazetesi okuyarak veya ulusal gün ve bayramlardaki banka/holding reklamlarına ağlayarak vermek şeklinde gerçekleşir.

Bu toplam hem kendi emekçi pozisyonunu reddettikçe hem de meseleyi sınıfsal bağlamından kopuk bir dinselleşmeye ve laiklik savunusuna indirgedikçe, siyasal iktidara yönelik öfkesini alt sınıfları aşağılayarak, onları yobazlıkla, cahillikle, kara kafalılıkla suçlayarak göstermektedir.

Dolayısıyla aslında ikisi de emek güçlerini satmaları ve aynı sömürü mekanizmalarına maruz kalmaları nedeniyle aynı sınıfın parçası oldukları halde, kültürel değerler üzerinden ayrışmış ve birbirlerine karşı konumlanmış iki toplam bulunmaktadır. Yani kültürel değerler üzerinden ayrışma sadece emekçilerle kapitalistler arasında değildir, emekçi sınıfların farklı katmanları arasında da söz konusudur ve bu emekçi sınıfların farklı katmanları arasındaki aynı sınıfa mensubiyet gerçekliğinin görülmesini engellemektedir. 

Tüm bunlardan sonra, tekrar söyleyecek olursak, günümüz Türkiye’sini kültürel çatışma üzerinden okuyan ve öyle anlatan bir sanat yapıtı bize sadece “görünüm”ü vermekte ve bilerek ya da bilmeyerek “öz”ün, yani sömürü düzeninin ve esas sınıfsal çatışmanın üzerini örtmektedir.

Ancak mesele sadece bununla sınırlı değildir; eğer o sanat yapıtı bize aynı zamanda “normalleşme” övgüsü yapıyor, toplumsal sınıfların birbiriyle kucaklaşmasını, barışmasını, birbirini hoş görmesini istiyorsa, “uzlaşı”, “birlik beraberlik” telkin ediyorsa, meselelerimizi bu şekilde çözebileceğimizi telkin ediyorsa, bize koskoca bir yalan söylemekte, sömürüyü, eşitsizliği, adaletsizliği meşrulaştırmakta, bunlara sahip çıkmaktadır. 

Niye mi? Çünkü ekmeğin adil olarak bölüşülmediği bir düzende gerçek bir barışın, uzlaşının tesis edilmesi mümkün değildir; öyle bir düzende barış ya da uzlaşı ekmeğin adil olarak bölüşülmüyor oluşuna, ekmeğin gaspına itiraz etmemek, ses çıkarmamak, göz yummak anlamına gelmektedir. 

Günümüz Türkiye’sinde barışmaya ihtiyacımız vardır elbette ama barışın tarafları sermaye sınıfı ile emekçi sınıflar değil; “dindar”ıyla “seküler”iyle, “mavi yakalı”sıyla “beyaz yakalı”sıyla emekçi sınıfın farklı katmanları olmalıdır. Eğer gerçek bir çıkış aranıyorsa, çıkış bu katmanların kültürel kimliklerinin ötesine geçerek hem kendilerinin hem de birbirlerinin asli kimliğinin, yani bir sınıf olduklarının farkına varmalarından ve yüzlerini birbirlerine dönmelerinden, sınıfsal çıkarlarının etrafında birleşmelerinden ve barışmalarından geçmektedir. Bu fasit dairenin dışına adım atabilmek, ancak kültürel çatışma üzerine kurulu siyasete kısa devre yaptıracak bir sınıf siyaseti ile mümkün olabilecektir.